Oğlumla sık yaşadığımız bir senaryo var.
Bize özgü değil, aynı diyalog çocuk parklarında sürekli, defalarca yaşanıyor.
Çocuk parkının kapsından içeri girmek üzereyken, eğer içeride birbiriyle kaynaşmış, kalabalık, dominant bir grup varsa oğlum bazen çekiniyor:
“Ya anne, ama girmek istemiyorum! Parkta başka çocuklar oynuyor.”
Bazen de roller değişiyor, kendisi parkta çoktan hakimiyeti kurmuş, tüm dünya onlara aitmiş gibi davranan grubun içinde bulunuyor ve yeni gelen bir çocuğa sesleniyor: “Yaa sen oyunumuza giremezsin, burası bizim!”
Her iki durumda da benim repliğim değişmiyor:
“Ama oğlum, bu herkesin oyun alanı.”
Yani başkaları çoktan oyunu kurmuş diye sen hiç girmemezlik yapmamalısın, onların arasına karışabilmelisin.
Yani, sen çoktan oyunu kurdun diye başkalarını dışarıda bırakamazsın, o da katılacak ve kendi oyununu başlatacak.
Bu denge hayatta öğrenmekte en zorlandıklarımdan oldu.
Bir oyuna, arkadaş grubuna, şirkete, ortama yeni dahil olduğum anlar hep kâbusum oldu.
Bir an önce ilk günler geçsin ve ben o “oyunu çoktan kurmuş” çocuklar grubundan biri haline geleyim istedim.
Çoğu zaman da sırf bu sebeple yeni olandan kaçtım.
Yeni olmanın verdiği belirsizlik hissi beni hep korkuttu.
Bir kez oyuna dahil olunca ise, parka önceden yerleşen çocukların yeni bir çocuğu aralarına neden almak istemediğini fark ettim. Çünkü her iki senaryoda da düzen bozuluyor, herkes için belirsizlik yeniden başlıyor, kartlar yeniden dağıtılıyordu.
Yetişkinlerin oyununda, oyuna girmekten çekinme ve oyuna yeni birini almaktan çekinme duygusunun hayati derecede önemli olduğunu gördüm.
Hepimiz her gün bu iki durumla durmadan yüzleşiyor ve durmadan bir karar veriyoruz.
Oyun parkının dışındaysak ve özlemle oraya girmek istiyor ama başka çocukların oyunu çoktan kurmuş olduğunu düşünüyorsak, şunları diyoruz:
Bir blog açmak istiyorum… Ama zaten herkes köşeleri kapmış, çok blog yazan var.
Yeni bir sektörde çalışmak istiyorum… Ama orada zaten ilerleyen ilerlemiş, bana yer yok.
Bu saatten sonra ben bunu nasıl yapayım, genç olsam yapardım…
İçeriden bir kişiyi bile tanımıyorum, eğer tanısam ancak öyle içeri girebilirdim.
-Neyse, bu başkalarının oyun alanı. En iyisi ben girmeyeyim. Anneee, ben girmek istemiyorum!
Ve bir şekilde içeri bir kez girmeyi başarabildiysek, bir de içeride tutunabildiysek, dışarıdaki halimizin acısını unutmak için elimizden geleni yapıyoruz. Elimizden gelenler listesinin başında da, dışarıda, bir zamanlar bizim halimizde olanların o acısını görmezden gelmek yer alabiliyor.
Bu şirkette neden çalışmak istiyorsun bize anlat, zira burası birçok gencin hayalindeki şirket ama sadece 1 kişiyi işe alacağız…
Kitap yazmak zordur, bizler yıllardır bunun tohumlarını atıyoruz, sen kitap yazabilmek için hazır mısın bakalım?
Ah doğurunca anlarsın, bunlar iyi günlerin… Çocuklu hayat sandığın gibi değil…
-Hey dostum, burası bizim oyun alanımız, sen bu konuyla ilgili ne bilirisin ki? Seni oyuna almıyoruz.
Hassas ve kalbi kırılmasın diye ödü kopan bir çocuktan, empati duygusu yüksek ve kimsenin kalbi kırılmasın diye ödü kopan bir yetişkine dönüştüm.
Oyunlara yeni dahil olurken yetişkin halimle hala ne kadar hassaslaşıyorsam, yeni biri oyuna dahil olurken de onu pamuklara sarma sorumluluğu hissediyorum.
Dolayısıyla her iki durum için de kendime yöntemler bulmam gerekti.
Yeni bir oyuna dahil olurken yaşadığım paralize olma halinin çözümünü, gözümü kapatıp kendimi oyun parkına dalmakta buldum. İki ön kabulle;
1) Hata yapabilirim: İçerideki grubun kültürüyle hiç uymayan bir şey diyebilirim. Oyunu anlamayabilirim, yanlış oynayabilir, komik duruma düşebilirim. Sonra bir yol ayrımı gelir, ya içeridekilerle bir kaynaşma noktası buluruz – ki genelde böyle olur; ya da baktım kendimi hep yabancı gibi hissedeceğim, oyundan çıkıveririm.
Hataya toleransım yoksa, bunun bedelini hiçbir yeni oyuna dahil olmayarak ödemek zorunda kalacağımı artık biliyorum ve bu kısa bir süre konforsuzluk yaşamamak için ödenen çok büyük bir bedel.
2) Başlamış bir oyuna nasıl bir ruh haliyle dahil olduğum, o grupta sonradan üstüme yapışacak kimliği büyük ölçüde belirler: Başım önümde, korkak şekilde grubun yanına gider, daha en baştan onlara “Biliyorum beni kabul etmeyecek ve benden hoşlanmayacaksınız, zaten ben de kimim ki aranıza dahil olayım…” enerjisiyle yaklaşırsam, beni aynen böyle konumlandırırlar. “Merhaba ben geldim, herkes hayatın bir döneminde, bir yerlerde yeni olur ve işte ben de burada yeniyim. Ama sadece burada. Başka birçok alanda ben de tecrübeliyim.” düşüncesiyle, omuzlarım dik giriş yaparsam, bu şekilde konumlanırım.
İçerideki çocuk olduğum durum için ise, başka iki ders çıkardım kendime:
1) Yeni gelen kişi eğer kendinden emin ve dirayetli biriyse, ben ona destek olsam da olmasam da buraya her türlü alışacak. Ama ya benim gibi hassas biriyse? Bu asla alnında yazmayacak. Kalbi çok kırılabilir, büyük bir yetenekken ya da harika bir arkadaşken sırf giriş anında yaşayacağı tek bir kalp kırıklığıyla oyundan çıkabilir. Öyleyse, yeni gelen herkesi hassas biriymiş gibi karşılamalıyım.
2) Oyuna yeni geleni en şefkatle karşılayan, onu dahil etmekte en istekli olan olmak beni küçültmez aksine büyütür. Yeni gelen yeni fikirleriyle, kendi renkleriyle gelir ve zenginliktir diye düşünmeliyim. Bazen böyle olmayacak, yeni gelen düzen bozmaya kalkacak ve kimi zaman bozacak da. Ama sırf böyle olursa diye yeni geleni dışlayanlardan olmamalıyım, kötü ihtimali göz önünde bulundurarak yeni gelene yabancı etiketi yapıştırarak bilinmeyenden kaçamam.
“Başkalarının” arasına dahil olmak tedirginliğini yaşamamak için parka hiç girmeyen çocuklarla,
Tek özelliği bir zamanlar o parka tesadüfen erken girmek olduğu için köşeyi tutup yeni gelenlere kötü davranan çocuklar için yazdım bu yazıyı.
Yani onların büyümüş halleri için.
Çocuklarda bu senaryo çok hızlı gelişiyor:
Korkusuna rağmen içeri giren beş dakika sonra bir zamanlar yeni olduğunu unutuveriyor, kaynaşıyor.
İçeride “buralar bizim”cilik taslayan, beş dakika sonra yeni geleni oyununa dahil edip onun en yakın arkadaşı gibi davranabiliyor.
İş o küçük görünen dev iç korkuların ve önyargıların üstünden atlamakta.
Dışında olduğunuz ama özlemle izlediğiniz bir oyun varsa, bugün daha fazla kapıda düşünerek oyalanmayı bırakıp o parka bir adım atın isterim. Büyük ihtimalle ilk birkaç adımdan sonra o tedirginliği bir zamanlar yaşadığınızı bile unutacaksınız.
İçinde olduğunuz ve köşeyi sert bir mizaçla tuttuğunuz bir oyun varsa, yeniler gelmeden oyunların devam edemeyeceğini fark edin ve yeni gelenlere özel bir ilgi gösterin isterim.
İlk kitabımı bundan 10 yıl önce yazdım.
Müthiş tedirgin bir gençtim. Yayınevlerinin kapısında, daha zile basmadan kendime tekrarlıyordum: “Ben kimim ki? Bu başkalarının oyunu. Tabii ki bu kitabı basmayacaklar.”
Basmadılar da.
10 yıl sonra, yeni kitabımla tek bir yayıneviyle görüştüm.
Takipçi sayım azdı, daha önce kitap çıkarmamıştım.
Ama artık bir şeyi biliyordum, herkes bir noktada bir oyunun yenisiydi.
Ve kitabım basıldı.
Sonra bir gün, bir televizyon programına canlı yayına konuk olmadan önce kanaldan biri yanıma geldi. “Gözde Hanım, unvan olarak ne yazalım istersiniz?” diye sordu. Gayet doğal bir refleksle “Yazaaar?” deyiverdim. Derken kendimi yakalayıp kendime şaşırdım. Yıllar boyunca yazarlar çocuk parkının kapısında “ama bu başkasının oyunu” tedirginliğiyle bekleyen ben, fark etmeden “içerideki” oluvermiştim.
O parka ilk adımı atmak gerekiyor.
İdeali, içerideki gruptan birinin dışarı çıkıp “Hadi gelsene, seni tereddütlü gördüm, halbuki içeri bir adım atsan alışacaksın, tek ihtiyacın olan tek bir adım!” demesi, ama galiba bu sadece filmlerde oluyor.
O yüzden bir mucize beklemeden o adımı sizin bugün atmanızı dilerim.
Üç hafta sonra yeni bir çalışma ortamına gireceğim
Kendimden çok şey buldum
Teşekkür ederim