Bahşetmeyecekler
Kendini körü körüne feda etmeyi alışkanlık haline getirenler için küçük bir rehber
‘‘Kimse sana öğle aranı armağan etmeyecek. Onu kendin koruman gerek.’’
Pandemi boyunca iş hayatına yeni başlayan genç arkadaşlarıma çok sık hatırlatmam gereken bir uyarıydı. Çünkü aynı yollardan yürümüştüm ben de.
Öğle yemeği sırasında toplantıya çağrılırsam gitmeyi, işime adanmışlığımın bir göstergesi olur sanmış, sonunda boynuma madalya takarlar diye beklemiştim. Ajansta çalışırken defalarca sabahlamış, sabahlarken kötü beslenmeyi kabul etmiş, uykusuz kalmaya razı gelmiştim. Çünkü emindim ki bir gün biri, bu ‘‘fedakar’’ ve ‘‘cefakar’’ çabalarımı görecek ve beni onlar için ödüllendirecekti.
Sonra, böyle bir şey hiç olmadı. Aksine, hızla terfi edenlerin, kendilerini bir numaraya koyan, özsaygıları yüksek, sınırlarını çok sıkı koruyan kişiler olduğunu görüyordum. Böyle davranmaya devam ettiğim sürece şirketlerin ‘‘insanlarla çok iyi anlaşan, çalışkan, iyi kalpli, sevimli, hoş’’ kızı olmayı ve bu kimseye faydası olmayan ‘‘fazla iyi’’ imajı korumak için verdiğim sağlıksız, sonuçsuz çabayı sürdüreceğimi anladım. (‘‘Hoş bir kadın’’ olmanın tehlikesiyle ilgili açık ara en iyi kitabı da bu vesileyle merak ederseniz, size şiddetle Sherry Argov’un ‘‘Erkekler niçin cilveli kadınlardan hoşlanır?’’ını öneririm. Evet kitap kadın-erkek ilişkileriyle ilgili ama aslında bir kadın olarak her alandaki duruş ve algımızla ilgili çok şey öğretiyor - ve hayır isminden sanıldığı gibi hafif bir kitap değil.)
Neyse ki bu aydınlanmayı yaşadığımda yolun henüz başında sayılırdım ve bu yol ayrımından sonra her öğle arası talebine ‘‘Şimdi yemek yiyorum, birazdan.’’ dedim. İnanın bu hiçbir şirketin iflasına ya da kimsenin ölümüne sebep olmadı.
Hayatını kim fethediyor?
Öğle arası elbette sembolik bir örnek. İşin aslı şu ki, hayatın her alanında her dakika birileri, bazen kötü niyetle olmasa da, sürekli bir yanımızdan çekiştirmeye çalışıyor. Eğer ipleri elimize almazsak, kontrolü kaybetmemiz, tükenmemiz, çökmemiz için gerekli zeminin hazırlığına bizzat kendimiz de katkıda bulunuyoruz.
Hatta katkıda bulunmak ne kelime, bir süre sonra biz de ‘‘talepkar öteki’’ moduna bürünüp, kendimizden, hiç kimse beklemese dahi olur olmaz abartı performanslar beklemeye başlıyoruz.
Kimse, kendimize ayırmamız gereken zamanı bize bahşetmeyecek.
Önce işteyken, öğle araların gidiyor.
Sonra anneyken, kendine ayırdığın zamanlar gidiyor.
Evi çiçek gibi yapayım derken, iç dünyandaki tüm çiçekler soluveriyor.
Sorumluluklar üstüne kar gibi yağıyor ve sen yavaş yavaş altında kalmaya başlıyorsun.
Sessizce umut etmeye başlıyorsun. Ne tehlikeli ve ne masumdur sessizce umut etmek…
Umuyorsun ki sonunda biri görsün ve desin ki, ‘‘yahu bu kız kaç haftadır öğle aralarında yemek yiyemiyor, gelin şunu bir dinlendirelim.’’
Umuyorsun ki biri ‘‘Yahu sen bebeği bırak, birkaç saat bakıcı bakar bir şey olmaz, sen ise keyfinin kahyası bir iş yap, bu şımarıkça değil, bu sana lazım.’’ desin lohusalığına Alaaddin’in cini gibi dalıp.
Umuyorsun ki sonunda, o acı dolu günlerin ya da yılların sonunda biri senin ne kadar acı çektiğini fark edecek ve hak ettiğin dinlenceyi sana bahşedecek.
Sessiz sessiz, tırnaklarını yiye yiye günlerin, haftaların, ayların, yılların senin üstünden, seni tüketerek geçmesini izliyorsun, her defasında daha çok hasar alarak.
Hedefe giden yolda, kendini yok etmek dahil her yol mübah mı?
En çok da neden izin veriyorsun bu boğulmaya biliyor musun? Çünkü kendine neden en başta bu yola çıktığını sormayı tamamen unutuyorsun. Sahi neden bir işte çalışıyordun? Sahi neden anne olmak istemiştin? Akıl ve beden sağlığına mal olduğunda, her ödülün anlamsızlaşacağını unutuyorsun.
Gerekli yerlerde bayrak kaldırmadığında, fark etmeden bitip tükenmiş oluyorsun. Bir gün, birdenbire fark ediyorsun. Kimse sana bir şey bahşetmeyecek. Boş zamanına, dinlenmene, ruh haline, akıl sağlığına sahip çıkmak en çok senin görevin ve bu devredilemez bir görev. Ne ailen, ne patronun, ne arkadaşın, ne bir başkası gelip seni çekip kurtarmayacak. ‘’Tükenene kadar’’ çalıştığında, tükenene kadar kendini zorladığında aldığın riskin farkında mısın? Üstelik, tükendiğinde artık ne çalışan, ne anne, ne eş, ne sevgili, ne arkadaş olarak kimseye bir faydan olmayacağını da görüyor musun?
Çekip gitmek çözüm değil. İstifa etmek ya da her şeyi bırakıp kırsala yerleşmekle, kendini körü körüne bir şeylere adamak arasında, bir yol daha var.
Küçük küçük girebilirsin o yola. Mesela gün içinde 10 dakika telefonunu kapatıp, o sırada bir krizle ilgili dahi seni işten aradılarsa, sonunda kimsenin ölmediğini görebilirsin. Çocuğa mükemmel bakmayan herhangi birinin birkaç saat çocuk bakımını devralmasının, senin kadar iyi bakamasa bile, inan ki çocuk için de daha iyi olduğunu görebilirsin. En fazla pişik olur, sonra geçer.
Ve bunu DÜZENLİ olarak yapmalısın. Bu çok önemli. Bütün rutinlerin, kendi akıl sağlığını ve refahını önceliklendirmek üzerine kurulmalı. Yoksa unutursun neden yola çıktığını, ve bir noktada aşırı yorulunca, birden elindeki tüm sorumlulukları yere bırakıverirsin mecburen. Hem sen, hem tüm hedeflerin, isteklerin, hayallerin unufak olmadan, ibreyi dengeye ayarlamaya var mısın?
Patladığında, sona geldiğinde, dayanma gücün bittiğinde değil. Gün içinde ne zaman baksan ki ibren biraz kaydı, gereğinden fazla yoruluyor ya da sinirleniyorsun, yavaşlamalısın.
Hiçbir işin, hiçbir ilişkinin, hiçbir kazanmanın, hiçbir ödülün senin ruh sağlığına mal olacak kadar önemli olmadığını, anayasanın ilk maddesine yazmalısın. Yoksa biter oyun, yoksa en muhtemel zaferini bile kendi ellerinle imkansız kılarsın.
Yola devam edebilmenin tek koşulu, yola neden çıktığını aklında tutup, kendini sürekli gözetmen. O sana ‘‘dinlenme’’ bahşedeceğini umduğun ‘‘kişiler’’in, kendinden başkası olmadığını anlaman. Sürekli kendini gözetmen ve kısa bir koşuda değil, bir maratonda olduğunu hatırlaman.
Paran mı, hayatın mı?
Çok sevdiğim ve yazılarımda sıkça kaynak gösterdiğim kült bir kitap, ‘Your Money or Your Life?’ / Joe Dominguez & Vicki Robin. Türkçesi maalesef yok. Kitap adını şu hikayeden alıyor: ‘‘Biri gelip başına silah dayasa ve, ‘Paran mı, hayatın mı?’ diye sorsa, ne dersin?’’ Ve kitap da bir ara yol öneriyor, ‘‘İkisini de alayım, teşekkürler’’ diyebilirsin.
İş ve para pahasına, yaşamış olabileceğimiz hayatı, olmuş olabileceğimiz kişiyi feda etmek çok yaygın bir kalıp. Sağlıklı, mutlu, amacı olan bir hayat için bir araç olan iş zamanla, fark ettirmeden, sinsice amacın kendisine dönüştüğünde, bunu fark etmemiz ne yazık ki genellikle yıllar alıyor. Bazen de bu hikaye çok acı bitiyor, iş bizi yiyip tüketip bitirdiğinde.
Oysa böyle olmak zorunda değil. Kendimize sürekli ‘‘Sahi nasılsın?’’ deme alışkanlığı edinmemiz gerekiyor. Çok ağır geliyorsa yükler, ince hesap yapan bir manav gibi hemen keseden bir parçayı çıkarmamız gerekiyor.
Pusula da, dümen de, anahtar da bizde. Bize bahşedilmesini umduğumuz anlayışı, şefkati kendimize altın tepside sunmamız gerekiyor. Aslında sürdürülebilecek olan tüm başarı ve mutlulukların tek yolu buradan geçiyor.
Tanrılar Okulu’nun çok sevdiğim üç sözüyle kapatacağım:
1
Dünya böyle, çünkü sen böylesin.
Yani, dünya böyle olduğu için sen böyle değilsin; tam tersi.
2
Hiç kimseden, hiçbir şey bekleme.
3
Dışarıdaki dünyaya senden daha gerçek bir şeymiş gibi inanırsan, yaptığın her işte başarısız olur, yok olur gidersin.
" Bul, bana geri ver heveslerimi getir. " derdim bir şarkımda.
Bahşetmeyeceklerini görmek ve deneyimlemek zor olsada, bu okuduklarım iyi geldi. Teşekkür ederim 😊