Geçen Pazar, uzun zamandır yapamadığım, çok sevdiğim bir ritüelimi gerçekleştirdim: Tek başıma yemeğe çıkmak. Çoğu kişinin kâbusu, içe dönüklerin rüyası!
Amacım telefona bakmadan, kitap okumadan, hiçbir şey yapmadan etrafı izleyip, kafamı boşaltmak ve sakin bir yemek yemekti. Restoranda tam da gönlüme göre, caddenin hemen yanında, etrafı izleyecek keyifli bir masa boştu. Fakat oturmak için bir an tereddüt ettim çünkü yandaki masayla çok dip dibeydi, yanda oturan çifti rahatsız etmekten çekindim. Sonra, kafamı onların tarafına bile çevirmeyeceğim, tek başıma ses bile çıkarmayacağım bir ziyaretle bu çifti rahatsız etmeyeceğime karar verip, gözüme kestirdiğim masaya kuruldum.
Menüye bakıp hızlıca sipariş verdim ve sessizce oturmaya koyuldum. Tabii çoğunuzunki gibi sürekli bir şey okumaya, dinlemeye, bir problem çözmeye, bir şey düşünmeye koşullu olan zihnim (Selam Johann Hari), ister istemez yan masada olup bitenlere odaklanmaya başladı.
Yan masamdaki adam, hararetle garsona dondurma siparişi veriyordu: Bir top çilekli, bir top bisküvili olsun. Eğer bisküvili kalmamışsa iki top da çilekli olsun.
Garson, doğru anladığını teyit etmek için, doğru anlamadığını kanıtlayan bir soru sordu: Efendim, iki top çilekli dondurma mı?
Adam aynı tutkuyla açıkladı: Hayır, bir top çilekli, bir top bisküvili. Ama, eğer bisküvili kalmamışsa -çünkü sizde çok hızlı tükeniyor bunu biliyorum- o zaman iki top çilekli de olur. Fakat bisküvili varsa, bir topu bisküvili olsun.
Basitlik ve sadelik takıntılı biri olarak, günlük küçük seçimlerin önemsiz detayları hakkında bu kadar tutkulu olabilen insanları gizliden gizliye hep kıskanmışımdır. Acaba yiyeceğim dondurmanın detayını bu denli önemseyecek kadar kendimi önemseyen biri olsam hayatım nasıl olurdu diye içten içe düşündüm. Neyse, bu benden çıkmazdı. Ben az önce, çoğu zaman yaptığım gibi, menüde ilk gördüğüm yemeği sipariş vermiş böylece karar verme sürecimi kısaltmış, rahatlamıştım.
Az sonra, jet hızıyla garson elinde bir kap dondurmayla yan masaya geldi: Efendim, bisküvili dondurma varmış! diye müjdeyi verdi gururla.
Adam gerçek anlamda sevindi: Oo süper! Çok teşekkürler! dedi coşkuyla. İster istemez şimdi kulağım haricinde gözüm de yan masaya kayıyordu.
Adam kaşığı masadan kaptığı gibi dondurmayı hızlı hızlı yemeye başladı. Sanırım bir iki dakika içinde dondurmanın tamamı bitmişti. Son kaşığı hızla ağzına tıkarken, dolu ağzıyla garsona işaret edip “Bize hesap gönderir misin?” dedi. Hesap çok hızlı geldi, bir anda ödemeyi nakit yapıp yanımdan sanki buharlaşarak yok oldular.
Dondurma deneyi etkileyiciydi, siparişindeki olası bir eksikliğe karşın B planını açıklamak için harcanan uzun sürenin ardından, mideye indirilmesiyle ödenip konunun kapanması bir olmuştu. Acele hayatlarımızda, aklımıza ‘keyif’ diye kazıdıklarımızın yanına hızlı bir tik atmanın defolu bir zevk olduğunu düşündüm. Ben bunları düşünürken, çoktan karşı kaldırıma ulaşmış olan adam muhtemelen artık yediği dondurmayı hatırlamıyordu bile.
Ben bu önemli tek kişilik felsefe sohbetime dalmışken yemeğim geldi, fakat içecek siparişim henüz gelmemişti. Olsundu, yemeği yemeye başladım. Yavaşça yiyor, yavaşlığın büyük bir zevkle tadını çıkarıyordum. Ancak yemek bitmeye yaklaşınca garsonu çağırıp, içeceğimin gelmediğini hatırlattım. Kontrol etmek için içeri gidip, biraz sonra çok mahcup bir halde yanıma geldi: Efendim, istediğiniz meyve suyu bitmiş, taze sıkıldığı için biraz uzun sürdü, çok özür dileriz, şimdi hemen, bir dakika içinde geliyor…
O anda istemsizce, belki az önceki dondurma seansının da etkisiyle, ağzımdan bir cümle dökülüverdi:
“Önemli değil, acelem yok.”
Sesli söylediğim bu cümle, söylemeye hiç alışık olmadığım için olsa gerek beni duraklattı, sonra bir anda kafama altın bir taç kondurulmuş gibi hissettirdi. Acelem mi yoktu? Ama benim hep acelem olurdu?
Koltuklarım kabarmıştı ve sanki az sonra herkes “Oo, ünlü milyarder Gözde Hanım da şu masada baksanıza!” diye parmağıyla beni gösterecekmiş gibiydi.
Okul, iş, ev işi, bir buluşma, bir alışveriş, hiçbir şeye yetişmem gerekmiyor muydu yani? O an benim için sanki sonsuzlukta asılı kaldı: Kendimi gerçekten o kadar zengin hissettim ki.
Acelen olmaması hissi, parayla satın alınabilecek her şeyden daha lüks bir his
Çünkü, zamanının kontrolünün tamamen sende olduğunu hissettiriyor – ve kontrol hissinin mutluluğumuza etkisi aşikâr.
Çünkü, yaşadığını hissettiriyor: Videolardaki meditasyon komutlarını takip ederek zihni zorla odaklama çabaları gibi değil, hakikaten tam o anda, beş duyunla, şimdi orada olduğunu, başka hiçbir şeyin peşinde olmadığını hatırlatıyor.
O anda, hayatta ulaşılabilecek en üst zenginliğe ulaşmış gibi hissetmem bu yüzden normaldi: Acelem yoktu, içecekle derdim onu alelacele mideye indirip, daha mide borumu yarılamamışken parasını ödeyip harekete geçmek değildi. On dakika sonra içsem de olurdu. Bu kayıtsızlığın verdiği lüks hissinin bağımlılık yaratacağından korktum.
Bana bağlı olmayan olayların zamanlamalarını kontrol etmeye çalışmadığımda, hayat ne kadar lüks bir deneyime dönüşebiliyordu.
Acele etmek sahiden bizi hızlandırıyor mu?
Şu makalenin sunduğu grafiği sevdim. Basit bir gerçeği özetliyor. Solda, acele etmediğimizde sahip olduğumuz stres seviyesi, acele ettiğimizdeki stres seviyemizle karşılaştırıyor.
Sağda ise işleri yapma hızımızın, acele etme halimizle ne kadar hızlandığını gösteren grafik var.
Durum şunu gösteriyor: Sırf bir şeyi azıcık daha hızlı yapabilmek uğruna, büyük bir strese kucak açıyoruz.
Halbuki aynı şeyi biraz daha yavaş yapmayı kabul etmek, işi belki çok az yavaşlatacak, ama üstümüzden büyük bir stres yükünü kaldıracak. Bu da bütüncül baktığımızda sonraki işler için sağlıklı bir zemin sunarak, daha iyi performans göstermemizi, daha iyi hissetmemizi, daha üretken olmamızı destekleyecek.
Konuyla ilgili bir başka makale, sadece ambulans ya da itfaiye çağırmanız gerekiyorsa acele etmelisiniz, diyor. Bunun haricindeki herhangi bir durum için hayatınızda aceleye yer olmamalı.
Çözüm yoga ya da meditasyon olabilir mi?
Doğası gereği her şeyi hızlı yapmayı seven biriyim. Bu yüzden yavaşlama konusundaki genel geçer tavsiyeler bana hep, kelimenin tam anlamıyla ‘bayık’ gelmiştir. Gözlerimizi kapatalım, vazgeçtim açık kalsın gökyüzüne bir dakika boyunca bakalım, nefesimize odaklanalım, diyaframımızı balon gibi düşünelim… Bu ‘yavaşlama’ tavsiyelerinin benim gibi doğuştan acelesi olanlara hitap etmediğini biliyorum.
Ama işte bir dondurma ve geciken içecek deneyinde, gururlu bir zenginlik ve mutluluk buldum.
Kendimi yavaşlatmak istediğimde bundan böyle, zoraki bir umutla gözlerimi kapatıp nefesime odaklanmayı denemek yerine, restorandaki bu anı hatırlayacağım:
Acelem yok!
Hayatını kontrol eden, içeceğini o ya da şu zamanda içecek kadar bol vakti olan, kendine genişçe boş boş oturma zamanı tanıyabilen biriyim ben. Yani epey zenginim.
Bu zengin duruş ve takip eden acelesiz patavatsızlığı cebinizde taşımak, sizin için de altın değerinde bir mola olabilir.