Bilerek yaptığın hataların değeri
Yıl 2006. İlk stajımı yaptığım şirkette henüz ilk haftam. İşe gitmek üzere vapurdayım. Elimde kitabım var; Robin Sharma’nın Ferrari’sini Satan Bilge’sini okuyorum.
Kitabın her bir satırı benim için çok ilgi çekici. Üstelik bir şey daha var, 20 yaşındaki Gözde’nin dünya görüşünü fena halde destekliyor: İş, hayatın kendisinden daha önemli değildir ve asla birinci planda olup hayatını mahvetmemelidir.
Eh, işkolik bir babanın kızı olarak çok küçükken kendime öğretip, bir de söz verdiğim bir şey bu. Ben asla iş için kendini helak eden o insanlardan olmayacağım. Kitaba bayılıyorum ve dünya görüşümün böyle popüler olmuş bir kitap tarafından desteklenmesine çok seviniyorum.
Yıl 2009. Üniversiteyi bitirip, maaşlı olarak işe girdim. Üstelik asgari maaşla.
İlk iş günümde, işe başladığım reklam ajansından saat 21:00’da çıkıyorum. Sonraki günler de bundan aşağı kalmadığı gibi, bir gerçek var:
Çok yoruluyorum, inanılmaz stresliyim ve kendimi çok hırpalıyorum.
Düzgün beslenmiyorum, spor yapamıyorum, kendime zaman ayıramıyorum ve hatta yeterince uyuyamıyorum dahi. Ama, ‘‘Raconu bu’’ olan bir sektörde bunlara pek itiraz etmeye niyetli görünmüyorum.
Verdiğim emeğe göre daima az kazandığım, paradan çok daha önemlisi kendimi ruhsal ve fiziksel olarak çok yıprattığım bir sekiz sene, bana Robin Sharma’nın kitabını unutturmuş gözüküyor.
Üstelik koca sekiz yılın sonunda elimde yorgun bir zihin ve beden var, fakat değil bir Ferrari; sıradan bir araba, ev ya da zenginlik emaresi olacak herhangi bir maddi kazanç da yok.
Yıl 2005. 19 yaşında bir genç kız olarak, annem yanımda olmadan kuaföre gittiğim sadece bir kaçıncı sefer; üstelik bir çılgınlık yapıp, daha önce hiç gitmediğim bir kuaföre gidiyorum ve hep yaptırdığım gibi, kumral saçlarıma belli belirsiz, doğal güneş ışıltılarından atmalarını istiyorum.
2 saatin sonunda, saçımdaki paketler açılınca şok oluyorum: Sarışın olmuşum, saçlarım tamamen sapsarı. Üstelik, gittiğim kuaförün ne kadar pahalı bir yer olduğunu ve yanımdaki paranın ödemeye yetmeyeceğini de kasaya gelince anlıyorum.
Annemi arıyorum, annem gelip ücreti ödüyor ve şaşkınlıkla yüzüme bakıyor. Birkaç ay bu saçı kullandıktan sonra, doğal saç rengimi çok sevdiğime ve sarı saçın benim ten rengin kadar karakterime de hiç uygun bir şey olmadığına karar veriyorum ve bu sarı saç defterini sonsuza dek kapatıyorum.
Sene 2022. Ocak ayında bir inziva dönemi geçiriyor ve çıkışında, şaşırılmayacak bir şekilde kendime şunu diyorum: Benim hayatta en sevdiğim şey yazmak, bu hiç geçmeyecek. Öyleyse bunu hayatımda birincil önceliğe taşımalıyım.
Bundan sadece 2 ay sonra, herkesle birlikte kendimi de çok şaşırtan bir karar veriyorum:
İşimden ayrılarak, benimle hiç alakası olmayan bir iş ve şirkete geçiyorum. Konunun yazmakla falan yakından uzaktan ilgisi yok, aksine benim özgün yeteneklerimin tam tersi bir teklife; yazmaya, iletişim kurmaya neredeyse hiç vakit ayırmayacağım bir işe evet diyorum.
Ama verdiğim tek garip karar bu değil.
Aynı hafta, gidip saçlarımı sarıya boyatıyorum. Aynı o pahalı kuaförün yaptığı gibi, tamamen sarı. Üstelik yine başka bir pahalı kuaförde, bir dünya para karşılığında.
Bile bile yaptığımız hatalardan öğrenecek ne var?
Bile bile yaptığımız hatalar, en kıymetlileri.
Bize armağan edilmiş, artık baskısı kitap evlerinde bulunmayan bir kitap gibi.
Sıradan hatalarımızın sebebini kolayca keşfederiz. Ama bile bile yaptıklarımızda, keşfedilmemiş, şok edici, heyecan verici bir yan var.
Çok iyi tanıdığımızı sandığımız bir sevgili bize birden ihanet etmiş gibi bir his bu. Ya da el yordamıyla, otopilotta kolayca yaptığımızı sandığımız bir işte birden tökezlemişiz gibi.
O ‘‘sınavda diğer soruları yaptım da en iyi bildiğim soruyu yanlış cevapladım!’’ hissinin kahrediciliği gibi.
Siz de benim gibi, kendini içeriden dövmeye, kendine yüksek standartlar dayatmaya, kendi kusurlarına pek tahammül göstermemeye meyilliyseniz, böyle bir hata yaptığınızda ne hissettiğinizi tahmin edebilirim.
İçinizden saydırırsınız, ‘‘Aptal! Aptal! Göz göre göre yaptığına bak! Hiçbir şey öğrenmemişsin şu hayatta! Yapacak daha akıllıca bir hata da bulamadın öyle mi? Daha burada tökezliyorsan, kim billir ne nice aptallıklara gebesin!’’
(Terapistim, bir hata yaptığımı düşündüğümde iç sesimin kendime ne dediğini sormuştu; sorusunu bitirmesine fırsat kalmadan APTAL! demiştim hevesle. Çocukluğumdan beri bu iç ses hiç peşimi bırakmaz. Bildiğim kadarıyla, hiç yalnız değilim. Siz de değilsiniz işte.)
Fakat iyi haber şu ki, bu bile bile yaptığımız hatalar bize, sıradan hataların getiremeyeceği iki önemli hediye getiriyor, bunlar iki çok değerli soru:
1-Kendime kör olan noktam nedir?
Kendimizden çok emin olduğumuz bir konuda ters köşe bir hata yapıyorsak, bu, eminlik duygumuzun sağlam temellere oturmadığını gösteriyor olabilir.
Belki, pompalanmış bir eminliktir o?
Mesela kendimizi ‘‘Ben hayatta işkolik olmam.’ inancında biri sanıyoruz ama içten içe bir ses, nedense (belki, ebeveynimizin sesi olabilir mi?) bizi ‘‘Kendini hırpalayacak kadar çok çalışmazsan bu hayatta kazanamazsın!’’ diye dürtüklüyor ve biz de bu ikinci sese sandığımız gibi kayıtsız kalamıyoruz.
Bir yanımız bu sese ‘‘Saçmalama, ben babam gibi işkolik olmayacağım!’’ diye bağırırken, diğer yanımız ‘‘Hmm haklı olabilirsin, garanti olsun ben bu çok çalışma yolundan yürüyeyim.’’ diyor olabilir.
Bile bile yapıyorsak bir hatayı, bastırdığımızı, yok saydığımızı sandığımız bir iç ses, zafer kazanıyor demektir. Ne olabilir o iç ses?
Buna bakmak kıymetli bir iç görü getirebilir. Ama zor, çok zor bir iştir bu. Terapi odası bunun için güzel bir yer mesela, çünkü senin hep kaçtığın kör noktaların bulunduğu odalara girebiliyorsun orada. Orada kaçış yok.
Ama terapi odası dışında da insan oturup kendine cesaretle şunu sorabilir:
‘‘Ya peki, sarı saçı bu denli sevmeyen bana, birden sarışın olmamı içimdeki hangi ses emretti? Duymaktan kaçmaya çalıştığım, bu yüzden benim bilinçli onayımı atlayıp direkt aksiyonla kendini hayatımda gösteren şey nedir?’’
Sadece soruyu sormak, cevabı hemen almasak dahi bizi uzun vadede dönüştürebilir.
2-İyi niyetle ne yapmaya çalışıyordum?
Kendimize ‘‘aptal!’’ diye bağırma seansında gözden kaçırdığımız bir şey var.
Yaptığımız şey bir hata da olsa, mutlaka iyi niyetle yola çıkmıştık. İyi bir şeyi, istediğimizi düşündüğümüz bir şeyi, başardığımızda mutlu hissedeceğimizi umduğumuz bir şeyi hayata geçirme umuduyla. Neydi o?
Hatadan sonra, onun bir hata olması durumuna ve ondan hızlıca uzaklaşmaya o kadar odaklanıyoruz ki, özünde bulunan iyi niyeti gözden kaçırıyoruz.
Aslında ne yapmaya çalışırken yanlış yola saptığımızı bulursak, gemileri yakmak yerine bir adım geri gidip, bu kez doğru yoldan onu yapmaya çalışmak daha akıllıca olur.
Benim durumumda, o yanlış işe evet derken ve hemen ardından saçlarımı sarıya boyatırken büyümeye çalışıyordum. 35 yaşında, işyerinde bir kız çocuğu gibi davranmamı gerektiren bir sürü silsile içinde kalmış ve böyle durumlarda hep yaptığım gibi küçüldükçe küçülmüş, sindikçe sinmiştim. Sanki bütün güçlerim, tecrübem ve yeteneklerim elimden alınmış, zavallı bir kız çocuğu haline gelmiştim. Maruz kaldığım davranış biçimi beni ezik, kendi gücünden uzaklaşmış biri haline getirmişti ve bunu fark ettiğimde ne yazık ki çok geçti.
Bu kısırdöngüden kaçmayı umarak verdiğim yanlış kariyer kararında da, aynı hafta gidip saçlarımı sarıya boyattığımda da, büyümeye çalışıyordum.
Gücümü geri almaya çalışıyordum. Yeniden o özlediğim kendinden emin, zorlukların karşısında dik durabilen halimi geri çağırmaya çalışıyordum. Kaybettiğim kendime inancımı geri almak için, büyümem gerekiyordu ve ben; hiç yapmaya uygun olmadığım bir işi sırf bir terfi olduğu için kabul ederek, saçlarımı da sarıya boyayarak hormonlu bir biçimde büyümeye çalışıyordum.
Oysa bu dışsal –ve yanlış- iki hamle bu amaca hizmet etmeyecekti.
Bundan tam 1 yıl sonra terapistin kapısında ‘‘Ben artık küçük kalmak istemiyorum, hayatta otomatik olarak küçük seçimler yapmak istemiyorum.’’ cümlesiyle belirdiğimde ise, doğru yerdeydim.
Yanlış bir işten ve yanlış bir saç renginden geri vitesle çıkıp, doğru amaç için bu kez doğru yola girmiştim.
Bu yaptıklarımın özündeki iyi niyeti irdelemeseydim, boşuna büyük bir farkındalık fırsatını kaçırabilirdim. Buraya yazmak kolay ama, kendime ‘‘Benim problemim, ısrarla hayatta küçük kalmaya çalışmam.’’ diyebilmem, durumu bu cümleye indirgeyecek kadar derine inebilmem tam bir senemi aldı.
Bilerek yaptığımız hatalar, kök nedenini, kendimize hiç yalan söyleyemeyeceğimiz noktaya varıncaya dek araştırmaya değer. Büyük ihtimalle hayatınızı engelleyen büyük bir kök inanç, ya da potansiyelinize mâni olan önemli bir iç ses burada yatıyordur.
Bonus içerik: Okuduğumuz ama öğrenmediğimiz kitaplar
Kitaplar konusunda görüşüne çok önem verdiğim arkadaşım Mustafa, bana iki yıl önce, iki adet kitap hediye etti.
Bunlardan biri, daha önce okumadığım bir kitaptı ve heyecanla elime alıp büyük bir ilgiyle okudum.
İkinci kitap ise, ‘‘The Magic of Thinking Big’’, Türkçe adıyla, ‘‘Büyük Düşünmenin Büyüsü’’ydü.
Hediye adabına saygı gösteren biri olarak, bu kitabın Türkçe’sinin bende olduğunu ve hatta bu kitabı o bana hediye etmeden 20 yıl önce, taa 15 yaşımdayken okuduğumu ona söylememeyi tercih ettim.
Bir yandan, kitabın Türkçe çevirisi değil de orijinalinin de kitaplığıma geldiğine sevinmiştim. Hediye paketinden çıkarıp direkt kitaplığıma yerleştirdim. Bir daha da elime almadım.
Ta ki düne kadar. Dün, annemin evine gittiğimde, eskiden okuduğum ve hala oradaki kitaplığımda duran kitaplara bakarken, gözüme ‘‘Büyük Düşünmenin Büyüsü’’ ilişti. Bu tatlı tesadüfe gülümsedim ve alıp içini karıştırıp, o zaman okurken altını çizdiğim birkaç cümleye göz atmak istedim.
Kitabı unutmamıştım, konusu ve önermeleri net olarak aklımdaydı. Fakat sayfaları karıştırdıkça içim ürpermeye başladı: Kelimesi kelimesine hatırladığım bazı cümleler dahi, şimdiki aklımla okuyunca bana bambaşka anlamlar ifade ediyordu. Kitap, bilgi dağarcığıma kattığımı sandığım, ama aslında sadece yüzeysel olarak bildiğim çok değerli önermelerle doluydu. Kitabı yanıma alıp eve getirdim ve baştan okumaya başladım. Birkaç sayfa sonra, arkadaşımın bana neden bu kitabı hediye ettiği konusu çok netti: Hayat boyu en büyük bariyerlerimden biri olan ve evet bildiniz, az önceki yazımın da kalbinde oturan ‘‘küçük kalma’’ konusunu irdeliyordu.
Daha 15 yaşındayken bu kitabı okumuş olup, 20 yıl sonra halen aynı konuyla mücadele etmem ne acı, diye düşündüm. Elbette yol kat etmiştim o günden bugüne, ama bu benim için hala bir mücadeleydi.
Kitapların canlı olduğuna bir kez daha inandım. Her okuyuşta, o an ihtiyacımız olan kelimelerin sanki daha bir öne çıktığı, daha önce okurken içimize işlemeyen bölümlerin şimdi nokta atışı yaptığı kanlı canlı birer varlık kitaplar.
Gittim, kütüphaneden Mustafa’nın hediye ettiği orijinal versiyonu da çıkardım. Dünden beri bir bölümü Türkçe’sinden, bir bölümü orijinalinden, arada aynı bölümü arka arkaya ikisinden okuyarak, hazine bulmuş gibi kitaba nereden saldıracağımı şaşırmış durumdayım.
Kitapları bu ara çok pahalı buluyorsanız, kitap okumak istiyor ama kütüphanenize bakıp ‘‘bunların hepsini zaten okudum’’ diyorsanız, size kendi kütüphanenize, özellikle uzun zaman önce okuduklarınıza bir daha alıcı gözüyle bakmanızı öneriyorum. Bazı kelimeler ilk okumada kulağımızda asılı kalıp, ancak belli bir zaman – tecrübe – yaşanmışlık sonra kalbimize doğru akabiliyorlar.