Bir içe dönük olarak çocukluğumdan beri hep güvenilen bir sırdaş oldum.
Önce okul arkadaşlarım, sonra iş arkadaşlarım, müşterilerim bana ben sormadan sırlarını anlattılar.
‘Kendini kimseye açmaz’ denilen kişiler ‘Bunları sana niye anlattım bilmiyorum aslında… Ben böyle anlatmam.’ diyerek en kırılgan, en güçsüz yanlarından bahsettiler.
Ama bu yazının konusu benim ne kadar iyi bir sırdaş olduğum değil; farklı farklı sırlara arkadaşlık ederken fark ettiğim bir ortak nokta:
Özellikle dışarıdan yüksek özgüvenli, yüksek mevkide, çok güçlü görünen kişilerle ilgili sıklıkla karşılaştığım bir ortak nokta var.
Dışarıdan bakınca, bu kişilerin otomatik olarak her konuda sarsılmaz bir özgüven ve cesarete sahip olduğunu, istediği herhangi bir şeyi yapmak için önünde bir engel bulunmadığını varsayıyoruz.
Yani koskoca bir iş insanı neden korkabilir ki?
Ya da çok başarılı bir girişimci neyi istemekten çekinebilir?
Duruşuyla, ses tonuyla, maddi ve manevi gücüyle, sahip olduğu unvanla kolayca istediğini ayağına getirtebilecek biri, herhangi bir şey yapmak istediğinde onu kolayca yapar değil mi?
İşte tam da bu noktada çok fena yanıldığımızı yıllarca yaptım sırdaşlıktan biliyorum.
Beni en çok şaşırtan, bu güçlü insanların birçoğumuza küçücük minicik önemsiz gelecek konularda çekinmeleri, geri durmaları, sıkışıp kalmaları ve hatta bu küçücük konuları kendilerine çok büyük mesele edinmeleri. Bir türlü bu bariyerin üstünden atlayamamaları.
Büyük insanlar ve gözlerinde büyüyen küçük konular
Mesela,
Birlikte çalıştığım bir CEO’ya ‘Bugün kıyafetiniz ne güzel olmuş.’ demiştim.
‘A sağ ol’, deyip geçeceğini düşündüğüm samimi bir iltifattı.
Oysa bir anda onun için dev olacağını beklemediğim bir konuya parmak basmış olduğumu fark ettim:
‘Ya sahiden mi Gözde? Bu kıyafet konusu benim için çok sıkıntı. Yani kendim bir türlü doğru şeyleri bir araya getiremiyorum gibi geliyor. Bu konuda bir danışmanlık, yardım alsam diyorum ona da çekiniyorum. Her sabah giyinirken aynı zorluğu yaşıyorum ama yıllardır da ne yapacağımı bilmiyorum.’ diye cevap verdi.
Dışarıdan bakınca bu mevkide birinin bu hissini bir parmak şıklatmasıyla çözüp üstünden atlamasını bekleriz değil mi?
Bir başkası, çok ama çok güzel bir müşterim – neden manken olmayı tercih etmeyip kurumsal bir ofiste oturduğunu hakikaten bilmediğim biri- , bir gün sette, reklam filmi çekimindeyken bir anda;
‘Biliyor musun Gözde, benim hiç uzun bir ilişkim olmadı. Bu benim hayatta çözemediğim en büyük konu. 40 yaşındayım ve bunu artık çözmek istiyorum. Sanki karşı cinsten çok çekiniyor, iletişim kuramıyorum.’ deyiverdi.
Gözlerimin faltaşı gibi açıldığını hatırlıyorum, yani bu güzellikte bir kadın, üstelik çok da kibar, esprili, yardımsever, kültürlü yani her açıdan çok dolu ve avantajlı biri, nasıl böyle bir derde sahip olur, bunu içinde uzun süre taşıyabilirdi?
Ayağımıza takıldığını kimsenin bilmediği taşlar
İşte bu sorun kategorisi daima ilgimi çekmiştir.
Bir kişinin dışarıdan bakıldığında asla sahip olacağı tahmin edilmeyen bir sorunu kendine içinde büyük dert edinmesi ve yıllarca üstünden atlayamaması.
O kadar ki bu insanlar böyle küçük bir sorunla çıkageldiğinde dışarıdakiler böyle bir sorunun varlığını öyle imkânsız görüyorlar ki, bunun dikkat çekmek için uydurulmuş bir sorun olduğunu bile düşünebiliyorlar.
Bana itirafta bulunan, yukarıda örneğini verdiğim iki kişi gibi vakalarda, elbette konunun çok küçük bir kısmını biliyorum. Dışarıdan gözlemlediğim, o kişiyi tanıdığım ve bana anlattığı kadarını. Ama size anlatabileceğim, köklerine daha hâkim olduğum tam olarak bu kategoriye düşen bir vaka var: Kendi hikayem.
İç bariyerlere takılmakta bir dünya şampiyonu: Gözde Attila
Eski yazılarımı okuyanlar bilir, iç dünyama kapalı, utangaç bir çocukluk geçirdim. Dışarı ile bağ kurmak, iç dünyamdaki güzellikleri, yetenekleri sanatsal arzuları dışarı çıkarmak benim için çok ama çok zordu.
Kendi kendime o kadar fazla zaman geçiriyordum ki, iç dünyam aşina olduğum, özgür olduğum çok iyi tanıdığım bir yer haline gelmişti. Çok küçük bir yaşta duygularımın, düşüncelerimin, bariyerlerimin, çekincelerimin oldukça farkındaydım.
Çoğu insan önce dış dünyayla haşır neşir olup, yaş ilerledikçe içine dönerken, benim için durum tam tersiydi. Ben uzun bir süremi kendi dünyamı keşfederek geçirmiştim.
Açıkça, çok küçük yaşlardan itibaren yazmaya, müziğe, tiyatroya çok ilgili bir çocuktum. Benim için varsa yoksa sanattı. Tabii tahmin edeceğiniz üzere, bu tutkularımın benim için en yüksek seviyede yaşandığı yer, kendi odamdı.
Orada bağıra bağıra saatlerce şarkı söylüyor, orada gittiğim oyunlardan beğendiğim tiratları okuyor, orada durmadan elimde bir günlük bulundurup yazıyor da yazıyordum.
Zaman içinde, bu isteklerimi dış dünyayla buluşturacağım fırsatlarım oldu.
Tiyatro kursuna gittim mesela. Ama evdeki coşkum ve tutkum dışarıda sanki içime kaçıyor, özellikle bu kurslarda sıradan, konuya ilgisiz biri gibi davranıyordum. Yine de, sonuçta bir rol kapıp sahneye çıkıp oynadım. Ama hayır, asla evdeki coşkulu hissi vermiyordu – çünkü korkudan, panikten paralize oluyordum. İyi kötü, birkaç tiyatro tecrübem oldu.
Yazı konusunda, yazmayı hiç bırakmadım – Allahtan doğası gereği daima tek başına ve odanda yapılan bir şey bu! Fakat 2009’da açtığım blogumda hep bir adım ileri iki adım geri gittim. Ne zaman yazsam aldığım güzel tepkiler benim yıllar içinde kendime bir kez şöyle ‘Evet ben bir yazarım.’ dememe vesile olmadı. İşte yine iç bariyerler.
Fakaaaat, gelelim asıl konumuza.
Asıl konumuz müzik.
Gitarist aranıyor: Tam 20 yıldır!
Şarkı söyleme aşkım odamda tam gaz devam ede dursun, elbette dışarıda bu konuda yine en iyi saklanan ödülüne ön sıralardan adaydım. Şarkı söyleyebileceğim herhangi bir fırsat doğduğunda hemen saklanır, benim hiç böyle bir merakım, ilgim yokmuş gibi davranırdım.
Bir gün ortaokuldayken, en yakın bir arkadaşımla birlikte üç haftalığına yaz okuluna gittim.
Orada benim gibi 14 yaşında olan bir çocuk ‘Ben gitar çalıyorum.’ deyince, yanımdaki arkadaşım yapıştırdı cevabı: ‘Aaa Gözde de şarkı söylemeyi çok sever, hadi birlikte bir şarkı söyleyin!’
Utancımdan kırmızı, mor, yeşil ve başka renklere de büründüğüm, boğazıma düğümlenen düğümleri sayamadığım o anı çok iyi hatırlıyorum.
‘Yok yok, hayır hayır, aman ya, yok öyle bir şey, yok söylemeyelim, çalmayalım.’ diye panikle konuyu geçiştirmeye çalıştım.
Fakat çocuk gitarı eline alıp tıngırdatmaya başladı bile. Bana dönüp ‘Ne söylemek istersin?’ diye sordu.
Bende tabii yine cevap yok. Arkadaşım atladı konuya: ‘Söz vermiştin! Candan Erçetin’in söz vermiştin’ini çalabilir misin? Gözde onu çok güzel söylüyor.’
Arkadaşım bunu nereden biliyor derseniz, şarkı söylediğim, evdeki odam haricinde, saklı gizli bir mekanım daha vardı: Saint Michel lisesi kızlar tuvaleti. Çünkü çok güzel yankı yapıyordu orası. O yüzden okul arkadaşlarımdan bazıları (elbette kalabalıkken söylemezdim) da şarkılarımı ve bu tutkumu bilirdi.
Çocuk çalmaya başladı. Ben söylemeye.
Bir anda herkes bize döndü; ‘Vauvvvvv sesin ne güzel!’
‘Ne kadar güzel söylüyorsun!’
‘İnanılmaaaaz!’ gibi tepkiler duymaya başladım. Hem utanıyor ama hem inanılmaz heyecanlanıyor ve çok seviniyordum çünkü ilk kez dış dünyada böyle bir şey yaşanıyordu.
O gün, o an karar verdim: Kalabalık bir müzik grubu kurmak ya da ona dahil olmak benim gibi çekingen biri için çok yorucu ve imkansızdı.
Ama işte böyle, bu çocuk gibi gitar çalan bir tek kişi bulabilirsem, onunla birlikte çalıp söyleyebilirdik. Evet, müzikle ilgili istediğim tam olarak buydu.
Bu kararı verdiğim yıl, 2000’di. Yani bundan tam 23 yıl önce.
Ve o günden bugüne, hiç peşini bırakmadığım bu hayalimle birlikte yaşıyorum – ama onu hiç gerçekleştiremedim. Üstelik bakın nasıl koşullarda.
Bu video, Tamirane’deki Open Mic gecesinden. 2018 olmalı. Sahnede çalan Türkiye’nin en iyi müzisyenleri, tabii benim biricik tek kişilik gitaristim değiller. Heyecandan öldüğüm bir an.
Seviyorsan, git konuş bence!
O tılsımlı günden sonra, birkaç yıl başıma bir daha böyle şanslı bir durum gelmedi.
17 yaşıma geldiğimde, şarkı söyleme tutkumla ilgili de yapabileceğim en iyi şeyin bu konuda eğitim almak olduğunu düşündüm.
Çünkü birine gidip ‘Birlikte şarkı söyleyelim mi, bir grup kuralım mı?’ demek benim için dağları devirmekle eşdeğerdi. Eğitim almak ise kolay; ücret karşılığı bir hocayla geçirilecek bir saat. Mis.
Üstelik çok ama çok şanslıydım, büyük hayranı olduğum Sertab Erener’in şan hocası, bana özel ders vermeyi kabul etti.
Fakat bir şey eksikti, ikimiz de seziyorduk. Tamam sesim iyiydi. Tamam güzel de çalışıyordum. Ama aksiyona geçemiyordum. Hocam sürekli soruyordu ‘Ee ne yaptın Gözde, bir grup kurdun mu? Ya da bir gruba dahil oldun mu?’.
Tabii ki cevap hayır’dı. Bir gün bir öneriyle geldi;
‘Bak,’ dedi, ‘Fransız okulunda okuyorsun. Fransızca chanson’lar söyleyen bir grup kursan okulunda, ne güzel olur.’
Bu önerisine içimden kahkahalarla güldüm. Okul benim için minimum dikkat çekmek istediğim, ortaokuldayken dalga geçildiğim, ergenlerin yıkıcı tepkilerinden ölümüne korktuğum bir yerdi.
Evet birileri müzik grubu kurmuş şarkılar falan söylüyordu ama bu asla ama asla ben olamazdım. Anksiyetem bu öneri karşısında yine tavan yapmıştı: Hayır, ben sadece ama sadece o ben şarkı söylerken gitar çalacak bir tek kişiyi arıyordum.
Yıllar içinde müzikle ilgili türlü türlü ortamda bulundum.
Çok yakın arkadaşlarımızın bir grubu vardı.
Gitar çalan yakın arkadaşlarım oldu. Hatta gitar çalan bir sevgilim oldu.
En son birkaç yıl önce Sibel Köse’nin caz atölyesine katıldım.
Bir gün bir derste, normalde derslerde bulunmayan, farklı bir gitarist bize eşlik etmeye geldi.
Ders arasında bana sordu, ‘Sesiniz ne kadar kuvvetli, sanırım sahneye alışıksınız da. Bir yerde söylüyor musunuz?’ Artık yaşım otuzdu arkadaşlar, evet O-TUZ. İş hayatında yedinci yılım, evliyim, sosyal biriyim, özgüvenimi epey toparlamış haldeyim.
Bu soru karşısında gözlerim parladı çünkü tahmin edersiniz, o ana çok yakındım. ‘Işte, dedim ayağıma gelmiş biri! Vereceğim tek bir cevap var, hadiiiii!’. Söyle, çalmıyorum, hadi birlikte çalalım, ya da var mı bir arkadaşınız? Ben bir tek gitarist arıyorum, de.’
Ve tahmin edin ne oldu? ‘Çok teşekkürler, hayır bir yerde söylemiyorum.’ deyip oradan uzaklaştım.
Ve evet size pat diye gibi gelebilir ama hikâye burada bitiyor- ya da, tam olarak aynı şekliyle devam ediyor.
Hala, 20 yıldır, bir gün birinin, sadece bir kişinin yanımda gitar çalıp benim de şarkılar söyleyeceğim o ikilinin bir kişisini arıyorum. Pardon ‘aramıyorum’ tabii, arayan bulur. Onu hayal ediyor, düşlüyor, umut ediyor ama ihtimal yaklaştığında paralize oluyorum.
Ne kadar ironik değil mi?
Şimdi kendinize de bakmanızı rica ediyorum.
Dışarıdan hiç kimsenin sizin böyle bir şeyi kendine dert edindiğinizi aklına bile getiremeyeceği ama sadece sizin bildiğiniz ‘saçma’ bir sorununuz var mı?
Onun ne olduğunu bilmek, kendinden bile sakladığın o küçük sorunu gün yüzüne çıkarmak bile bir başlangıç olabilir.
Hepimizin kuytu köşelerinde takılı kaldığı, diğer kulvarlarda koşup giderken bunda bebek kaldığı yerler var. Genelde bu mevcut karakterimizle uyuşmadığı için onu yok sayıp gidiyoruz. Unutuyoruz bile varlığını.
Oysa içimizdeki o tek alanda korkak kalan bebeğin elinden tutup ona yardım etsek, onu büyütüp diğer alanlarda başarabildiklerimizi ona örnek göstersek içimizde ne kocaman bir çiçek açacak belki.
Denemeye var mısınız?
Ben bu konuda ilk kez yazdım.
Belki bu vesileyle yakınlarda gitaristimle tanışırım.
Sizin karanlıkta kalan ve dışarıdan çok güçlü görünmenize rağmen içinizde can çekişen gizli hayaliniz nedir?
Ek bir not: İyi ki varsın Smule!
Bu yazıya altlık olarak, iki gün önce Smule uygulamasında şarkı söylediğim bir videoyu Instagram hesabımda paylaştım.
Smule, bir karaoke uygulaması. Yani teknoloji gitar çalma kısmını hallediyor, sen üstüne şarkı söylüyorsun. Aman ne güzel, benim için biçilmiş kaftan! Hakikaten seviyorum Smule’yi, tabii ki hayalimin bir ikamesi olamaz ama, şarkı söylemek mutluluk verdiği için bu vesileyle tanımıyorsanız sizi de tanıştırmak istedim - reklam değildir :)