Hayatın bir bölümünü kaçırmak zorundasın
2007 yılında hayatımda ilk kez Karadeniz’e gittim.
Benim için özel bir tatildi çünkü, Karadenizli bir babanın kızı olarak 20 yaşıma kadar Karadeniz’e gitmeyi çok istemiştim, olmamıştı. Sonunda teyzemle birlikte turist olarak, bir tura katılıp gittik Karadeniz’e.
Gittiği tatilleri romantikleştiren, her temiz hava soluduğu yerde bir kafe açıp oraya yerleşmeyi hayal eden biri değilim. Tatilleri ve doğayı sever ama evimi ve şehrimi özlerim.
Fakat Karadeniz tatilinden kalbimin bir kısmını o yaylalarda bırakarak döndüm şehre. O zamanlar kaldığımız yaylada internet çekmiyordu ve internetsiz bir haftada, sadece doğada bulunmak bana şehirde yaşamanın anlamsızlığını göstermişti. Ne küçük ne saçma şeyleri dert ettiğimizi, ne yapay şeylere değer verdiğimizi. Sadece trekking kıyafetleri giyip tüm gün yayla yayla yürüdüğüm, temiz hava soluyup orman manzarasına baktığım, parfüm yerine de sabahları tütün kolonyası sürdüğüm o hafta her şey tam benlikti.
Döndüğümde öyle hevesle anlattım ki Karadeniz tatilini herkese, bak gördün mü kan çekiyor işte, memleketinde kendini buldun, dediler. Karadeniz’e yakında geri döneceğime, hiç olmazsa her sene tekrar tatil için gideceğime, bir gün mutlaka oralarda bir ev edineceğime emindim. Karadeniz benim artık ikinci evim olacaktı.
Aradan geçen 15 yılda, Karadeniz’e tekrar gitmedim. Memleketime tutkumu hiç kaybetmedim, özlemim hiç dinmedi ama, tutkum benimle Spotify’daki Karadeniz playlistim ve İstanbul’a getirttiğim tütün kolonyalarında yaşadı.
Yazılarımı okuyanlar bilir, çocukluk hayallerimi asla “gençtik, hayal ettik” diye düşünerek kenara atmam. Tam tersi, insanın kendini gerçekleştirmesinin yolunun çocukluk hayallerini gerçekleştirmesinde saklı olduğunu düşünürüm hep.
Fakat çok yönlü olmak bu ya, çocukluk hayallerim de bir değil bin taneydi benim. Bir kitap yazacaktım, şarkıcı olacaktım, tiyatro yapacaktım, bir dergi çıkaracaktım ve niceleri.
Gördüğünüz gibi 37 yaşımda ilk kitabımı yazdım ve yayınladım – ne mutluluk! Diğerleri hayallerim hala pusuda bekler.
FOMO (yani bir şeyleri kaçırma korkusu) peşimizi hiç bırakmıyor, hiçbir konuda. Çünkü listemize baştan aşağı tik atmak istiyoruz. Çalışmalıyım tik, evlenmeliyim tik, şarkı söylemeliyim tik, arkadaşlarla yılbaşı öncesi buluşulmalı tik, kariyerime odaklanmalıyım tik, güzel giyinmeliyim tik… Ve bu liste böyle uzuyor, gidiyor.
Bu kalabalığı iyi yönetmeye alıştığımı düşünsem de ipin ucunu kaçırdığım çok oluyor. Nitekim geçen hafta çaresizce bir sabaha karşı yatakta oturup duvara bakarken buldum kendimi.
Yeni çıkan kitabımın tanıtımıyla ilgili yapmam gerekenler vardı, işin yoğun olduğu bir haftaydı, üst üste konserlere bilet almıştım, arkadaş buluşmaları sıra sıra kapıdaydı, oğlumun okuluyla ilgili yapmam gereken işler vardı, ev kesinlikle çığırından çıkmış durumdaydı ve dolaplarım düzenleme için beni bekliyordu. Bu karmaşanın arasında kendime neyi önceliklendireceğimi seçerek bir yere varamayacağımı anladım – çünkü benim için hepsi farklı kulvarlarda çok önemli konulardı.
Ben de şunu sordum;
Neyi kaçırmaya varsın?
Çünkü illa bir şeyleri kaçıracaksın. Bilinçli olarak neyi kaçıracağını seçmediğinde, şansa bir şeyler elinden akıp gidecek. Nitekim geçen hafta bana öyle oluyordu, bir bakmıştım kitabımla ilgili yapmam gerekenler listesini kaçırıyorum, arkadaş buluşmalarını öteledikçe öteliyorum ve dolabım da hep daha karmaşık hale geliyor.
Sonra başıma ister istemez, zaman yetmediği için gelecek “kaçırma”ları özenle kendim seçmeye karar verdim.
Evi bu halde bırakacağım, dedim. İki hafta ev toplanamayacak, çünkü öncelikli olan bu değil.
Yemek yapamayacağım, çünkü bu programda gücüm yok. Evet hiçbirimizin hoşlanmadığı bir şey ama sebzesiz ve dışarıdan yemekli birkaç hafta geçireceğiz.
Birkaç Instagram post günümü de kaçıracağım. Bu hafta bir kitaptan söz paylaşamayacağım mesela- evet bu kısacık paylaşımı da yapamayacağım.
Olsun.
Fark ettim ki bir şeylere yetişemezken de ipleri elimizde tutmanın tek olur yolu, nelere yetişemeyeceğimizi baştan yüreklilikle seçmek. Böylece, yetişemediğimizde kendimizi dövmeyeceğiz. Onun yerine, peşinen önceden verdiğimiz, bilinçli bir “yetişemeyiş” kararını uygulamış olacağız.
Bunları düşünürken aklımda hep Karadeniz vardı.
Bu yıl tam 15 yıl sonra tekrar gitmeyi planlıyorum Karadeniz’e.
Çünkü sırası ancak şimdi gelebiliyor, olsun.
Hayatın bir bölümünü kaçırmak zorundayım.
Hele ki bolca tutkusu, ilgi alanı olan biri için kesinlikle bu böyle.
Kalbim hem Karadeniz yaylalarında yaşamak, hem Paris kafelerinde kahve üstüne kahve içip yazılar yazmak, hem kariyer yapmak, hem çocuğumla bol bol oynamak, hem İstanbul’dan hiçbir yere gitmemek istiyor.
Hayalimdeki ben’lerin hiçbiri kendilerini tam olarak gerçekleştiremeyecek, illa birileri diğerlerine yol verecek. Öyleyse buna neden “zamansızlık” yerine ben karar vermeyeyim?
Dahası, hazır yeni yıl kararları zamanıyken, önümüzde 365 gün olacağı aşikarken, o günlere sığmayacak şeylerin neler olduğunu neden ben seçmeyeyim? Yeni yılda yapmak istediklerim yerine yeni bir soru:
Yeni yılda neleri kaçırmaya peşinen gönüllüyüm?
(Bülten aşağıda ek notlarla devam ediyor.)
Birkaç ek not
Kaderin oyunu değil, bir sinyal
İki gündür tutuk bir belle yaşıyorum. Sebebi ise aceleci ruhumun sırtımda bir laptop çantasıyla beni günlerce gezdirmiş olması. Dur ofis çıkışı şuraya gideyim, dur oradan şuraya uğrayayım, şu işi de halledeyim, aa asansör bozukmuş sırtımda çantayla merdivenleri tırmanayım derken belim bana “yok öyle şey!” deyiverdi. Her şey beni durdurmaya çalışırken -fiziksel ve ruhsal!- bodoslama devam etmenin bedelleri bunlar.
Bundan yaklaşık 1,5 yıl önce bir podcast dinleyip mest olmuş ve o podcastte sektörümün sevgili duayeni Arzu Ünal Erman’ın şu cümlesini duvarıma asmıştım:
“Bunların kaderin bir oyunundan çok birer sinyal olduğunu görmek…”
Maşallah, her durumda başka bir anlam çıkarılabilen bir cümle, hep işe yarıyor. Tutuk belimle bu cümleye bakarken yazımı yazıyorum şimdi ve içten içe soruyorum “Bu neyin sinyali?” Tabii fazla koştuğumun, fazla yorulduğumun, öyleyse bazı mümkün hayatlardan gönüllü olarak vazgeçmem gerektiğinin.
“İçinde olmayan yaşam sevincini iki kilo flavonoid yedin diye kazanamazsın.”
Bu cümle, Mehmet Yılmaz’ın Oksijen’de bu haftaki yazısından. Kâh ilişkiler kâh hayatla ilgili tespitlerini pek sevdiğim bir yazar. Yine duygularıma tercüman olmuş. Aslında konu yine kafayı sağlıklı yaşama takmamakla, kafayı sağlıklı yaşamı boş verip mutluluğa ve hazza takmamak arasında bir yerde. Sağlığı düşünürken mutluluğu kaçırmak üzücü, mutluluğu düşünürken sağlığı ıskalamak da. O güzel vals ritmini yakalayıp hem domates soslu makarna hem çimen suyunun birleştiği yerde buluşalım. Yazıyı merak ederseniz tamamı burada.
Affedersiniz İçedönük ile ilgili haberler
Okuyucu mesajları ve utanç
Affedersiniz İçedönük ile ilgili aldığım mesaj ve maillerden derin bir mutluluk duyarken aynı ölçüde utanıyorum. Ben kendimi bildim bileli ayda 4-5 kitap okuyan biriyim. Daha bir yazara oturup uzun bir mesaj yazmışlığım yoktur, oysa aşkla sevdiğim ne çok kitap var kütüphanemde, okumaktan aşınmış. Kendimi resmen duygusuz, özensiz bir okuyucu olarak hissettim sayenizde. Bir yazar için okuyucu mesajlarından daha güzel bir şey olamayacağını anladım. Paylaştığınız tüm yorumlar, mesajlar, düşünceler, deneyimler için minnettarım. Benim herhangi bir şey üreten insanlarla asla iletişime geçmememin arkasında bir, “çok yoğundur benim mesajımla mı uğraşacak” önyargısı olduğunu fark ettim. Tabii dünyanın en yoğun yazarı ben değilim şu an kabul, ama milyonlar sattığımda da sanmıyorum ki herhangi bir şey kafasını, kalbini konsantre bir şekilde kitabıma verip ondan damıttıklarını benimle paylaşan birinin sözlerini okumaktan daha değerli olsun. Gözlerim yine dolmaya başlıyor, yani çok teşekkürler, çok. Sevdiğiniz yazarlara, üşenmeyiniz yazınız. Ben de öyle yapacağım bundan sonra.
Hale Acun Aydın ile canlı yayın yaptık!
Minimalizme derinden ilgi duyan biri olmam tesadüf değil, zira daha az uyaran diye kıvranan içedönükler olarak daha az eşya, daha az atık, daha az teferruat istememiz çok anlaşılır bir bağlantı. Hal böyle olunca, bir de işin içine Hale’nin samimiyeti girince, birlikte kitapla ilgili keyifli bir canlı yayın yaptık. Nazar boncuğumuz internet bağlantısı kopuklukları olmuş olsa da sohbetimizi Doğan Novus Instagram hesabından izleyebilirsiniz.
Ayrıca, Hale’nin dün Affedersiniz İçedönük’ü önerdiği bu yazısı ve bültenini ben de buradan önermiş olayım, çok faydalanıyor, Sadeleşerek Özgürleş içeriklerini ders gibi çalışıyorum. Kendi minimalizmle ilişkimi bir ara ayrıca anlatırım, hatta yıllar önce bir kez şu yazıyı yazmıştım.
Aşağıdaki hediyenin kazananı belli oldu - Hızlı davranıp aynı saniyede mail gönderen :) Sevgili Gölgen ve Özlem hanım’a kitaplarını yarın ulaştıracağım. Ancak katılamadıysanız, Doğan Novus Instagram sayfasında halen devam eden bir imzalı Affedersiniz İçedönük çekilişi var, bilginize ;) Yeni sürprizler yeni bültenlerde sizi bekleyecek, takipte kalın.
İmza günü – Ve bir küçük hediye!
Affedersiniz İçedönük’ün ilk imza gününe az kaldı, Ocak ayında gerçekleşecek. Pek yakında Instagram’dan duyuracağım. Üstelik sürprizli bir format olacak, umarım gelebilirsiniz!
Bugünkü uzun bülteni buraya kadar okuduğunuz için, okuyan gözlerinize ve samimi ilginize bir ödül borçluyum. Umarım ilk okuyanlardan biri siz olmuşsunuzdur.
Küçük hediyem şu; gozdeattila@gmail.com’a “Hediye kitap” konulu bir mail gönderen ilk kişiye, imzalı bir kitabımı kargoyla ulaştırmak istiyorum. Eğer kitap sizde zaten varsa, belki birine yılbaşı hediyeniz olur :) Maile sadece konu yazmanız yeterli, kazanan kişiyle mail üzerinden iletişime geçip detayları isteyeceğim.
Bülten okuyucularına özel sürprizlerim devam edecek;)
Sevgiyle kalın.
Gözde