Hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor, değil mi kardeşim?
Hiçbir yaş, hiçbir duyguyu hissetmek için erken ya da geç değil.
Yine de, 37 yaşımdan sesleniyorum, buraların ‘‘umutsuzluk’’ duygusu, 20’li yaşlarınkine hiç benzemiyor. İyi anlamda söylüyorum bunu. Bu ‘‘umutsuzluğa karşı güçlenme’’ durumu kaynağını, olanı kabullenme, boyun eğme veya boşvermişlikten almıyor. İzin verirsen biraz anlatayım. Fakat eğer uzun bir yazı okuyacak sabrın yoksa ve tek bir cümleyi okuyup geçeceksen bunu oku: ‘‘Umutsuzluğu sabit sanma.’’
Umutların tükendiği o an
Umutsuzluğu iyi tanırım. Ailesi boşanan 14 yaşında bir çocuk olarak kendimi sahile atıp, en yakın arkadaşım Hande’yi arayıp saatlerce ağladığımı hatırlarım mesela. O gün, hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağına ve asla artık eskisi kadar iyi olmayacağına da emindim. Öyleydi yani, o ana mıhlanmıştım ve o an çok acıydı.
Babamın iflas ettiği haberini verdiği günü hatırlıyorum, bir doğum günümdü. Ertesi gün sakince okula gidip Erasmus başvurumu kimselere haber vermeden yırtıp attığımı hatırlıyorum, çünkü ‘‘bitmişti’’. Ben artık yurtdışı hayallerimi, okulla ilgili şaşalı hayallerimi rafa kaldırmalıydım. En iyisi bir an önce okulu bitirip bir iş bulmaktı. Dersleri önemsemeyi bıraktım, okula ait hissetmeyi de. Ve ilk kez o günden sonra başarısız bir öğrenciye dönüştüm.
İlk sevgilimden ayrılışımı da hatırlıyorum, yine ağlaya ağlaya, taksiyle arkadaşım İnci’nin evine gitmiştim. Taksiden inerken bir dilenci ‘‘Allah sevdiğine kavuştursun’’ dediği için, açıp cüzdanımdaki tüm öğrenci harçlığımı ona vermiştim, hakikaten belki de kavuşturur da barışırız diye ummuştum.
Gençken, umutsuzluk anları dibe vurdurur. Bence en büyük sebebi de, o an olan neyse, onun hayatımızın geri kalanına geri döndürülemez bir negatif etki yapacağına dair inancımızdır. İnsan hayatında negatif bir büyük değişiklik olunca, dağ üstüne yıkıldı ve bir daha da kalkmayacak zanneder.
Sevgilinden ayrılmak ‘‘asla evlenip mutlu olamayacağını’’, iflaslar ‘’Asla bir daha maddi refaha kavuşamayacağını’’, işle ilgili ilk sorunlar ‘‘Asla bu ortamlar için biçilmiş kaftan olmadığını’’ hissettirir. Siyah-beyaz bakmaya meyilliyizdir. Kanımız deli akar ve orta tonları görmeye pek gönlümüz yoktur.
Gençken kendimizi bulmaya, kendimizi tanımlamaya, dünyadaki yerimizi anlamaya çalışırız. Başımıza gelen her umutsuz vaka, tam da kendimize ufak ufak yaratmaya çalıştığımız alanı beyninden vurur. Olanları direkt karakterimize, kaderimize, geleceğimize bir tehdit olarak algılarız.
Sanki her ‘’çaba’’ ve takip eden her ‘‘umutsuzluk’’, hayatın bize ‘‘Yapamazsın işteeeee bak gördün mü!’’ deyişi gibi gelir. Kendimizi kurduğumuz hayaller için çok saf, çok hayalperest hissederiz. Hayaller camdan kaledir, hayat bir fiskeyle devamlı onları yıkıverir.
Bu hisleri iyi tanırım, her genç gibi ben de çok yaşadım. Hep sevgisiz, hep parasız, hep yalnız, hep beceriksiz, hep çekingen, hep çirkin kalacağımı düşündüğüm çok an oldu. Şimdi dönüp kendi gençliğimin elini tutabilmeyi çok isterdim, ‘‘Bi sakin ol, durum hiç öyle göründüğü gibi değil.’’ demeyi. Ona artık diyemediğim için, sana demek istedim. Geçecek. Şu an kendini bir bataklığın dibine vurmuş gibi hissetsen de sana yemin ediyorum geçecek. Nasıl biliyor musun?
Bilmediğin bir şekilde geçecek, cevap bilmediğin bir yerden gelecek
Umutsuzluğa kapılmak, ‘‘Mevcut bilgilerim dahilinde bu duruma çözüm olabilecek bir şey göremiyorum.’’ demek. Bunu iyi anlamamız gerekiyor. Yani umutsuzluğumuzun sebebi olan durum objektif bir bilgi değil, bizim algımız. Şu anki algımızla, çözümün ancak birebir mevcut sorunun panzehiri olabileceğini düşünüyoruz. Mesela, umutsuzluk: ‘‘Hiç başarılı olamayacağım.’’, bu umutsuzluğu bertaraf edebilecek şey, derslerimin düzelmesi.
Umutsuzluk: ‘‘İflas ettik, parasız kaldık.’’, buna çözüm olabilecek tek şey tekrar zengin olmamız.
Tuzak tam da burada. Çünkü neredeyse hiçbir zaman umutsuzluğa kapıldığımız konular, umutsuzluk anında düşündüğümüz çözümlerle çözülmüyorlar. Umutsuzluk anları gerçekten berbat olsa da, onların hayatın bize gönderdiği bir yolculuk davetiyesi olduğunu bilmemiz gerekiyor. Umutsuzluktan mutlaka bir yere doğru yürümemiz gerekiyor. Ya isyan duygusuyla, ya kızgınlıkla, ya olgunlukla, ya müthiş bir kalp kırıklığıyla…. Harekete geçmemiz gerekiyor, geçiyoruz. Aklımızda hep o ‘‘panzehir’’ hayali. Aklımızda tek bir hedef var, yol tamamlandığında ‘‘artık yalnız / başarısız / mutsuz vb. olmamak’’.
Fakat yolculuğun gizli planı, yol üstünde bizi bu ajandadan tamamen şaştırmak ve hatta çoğu zaman ajandanın kendisini de unutturmak üzerine kurulu. Yürürken yol değişmeye başlıyor. O yol üzerinde yaptıklarımız bizi başka birine dönüştürüyor yavaşça. Yürürken binbir farklı tepeye çıkıyoruz, doğa yürüyüşü gibi düşün. Hayat inatla seni o tepeden bu tepeye yürütüp, şunu göstermeye çalışıyor: Sorununa bir şu tepeden bak, bir bu tepeden. Gördün mü, ne kadar farklı görünüyor?
Yol üstünde kafan karışacak, çünkü sandığın gibi hedefe koşmak yerine, kendine asıl sorunun ne kadar anlamlı olup olmadığını sorarken bulacaksın kendini. Sahiden bu soruya takılıp kalmalı mıyım ki? diyeceksin. Hayatın istediği tam da bu olduğu için çaktırmadan gülümseyecek, çünkü seni tam da istediği gibi düşündürmüş olacak.
27 yaşımdayken, ‘‘Benim asla evlenemeyeceğim belli oldu anne.’’ demiştim anneme bir yemekte. Çünkü ilk sevgilimden sonra bir daha kimseleri sevememiştim, olmuyordu işte olmuyordu. Belli ki artık da olmayacaktı. Halbuki ne kadar çok istemiştim biriyle evlenmeyi ve bir aile kurmayı. Ama ne yapalım işte, olmuyordu, kısmetti. Sonra 29 yaşında, kendi evime taşınmaya karar verdim. O eve adım attığım anı öyle iyi hatırlıyorum ki. Bana ait bir alandı, tam istediğim gibi dekore etmiştim (dekore derken yanlış anlaşılmasın, otel odasından küçük bir 1+0’dı, ama olsun, benim alanımdı işte!), her yeriyle kendime ait hissetmiştim. O an gözlerimi kapatıp istemsizce şöyle dedim: ‘‘Allah’ım, başka hiçbir şey istemiyorum. Şükürler olsun.’’ O akşam, sonradan eşim olacak kişiyle tanıştım.
Bu olaylar sıralamasının tam olarak bu şekilde olmasının esprisini artık biliyordum; hayat bana tam da ‘‘Ancak evlenirsem mutlu olurum’’ duygusundan %100 kurtulduğum bir anda, evleneceğim kişiyi göndermişti.
İşte hep böyle olur biliyor musun? Sorun, senin hayal ettiğin çözümün gelişiyle çözülmez. Senin sorunu değiştirmenle çözülür. Biliyorum şu an gerçekten umutsuz olmak için binbir sebebin var, hepimizin var, bir genç olarak senin ise binlerce. Ama diyorum ki, hayat illa herkese, bazen daha hafif, bazen daha ağır şekilde yürütüyor yolları, sorgulatıyor soruları. O yüzden lütfen şimdi o günlerdir, aylardır kafana taktığın ‘‘büyük sorun’’a bir tekrar bakar mısın? Şimdi göremesen de, hayal bile edebileceğinden sayısız fazla çözümü olduğunu en azından bir bilgi olarak alıp biraz rahatlar mısın? İnşallah bunu yaparsın.
Bazı hayallerinin üstünden atlayacaksın, öbürleri basket olacak
Umutsuzluk yüktür, çünkü gerçekleşmesini umduğun hayallerinin ağırlığını taşır. Onların gerçekleşme ihtimalinin azalıp artmasına bağlı olarak umudun her gün hava durumu gibi değişir, bir gün daha umutlu, bir gün daha umutsuz olabilirsin.
Bir karamsarlık olarak değil ama bir özgürlük olarak şunu baştan kabullenmelisin: Tüm hayallerin gerçek olmayacak. VE, bunda bir sorun yok!
Bazıları gerçekten öyle bir gerçek olacak ki sen bile şaşıracaksın, yahu nasıl oldu, o yurt odasında umutsuzca otururken, o sahilde ağlarken, yatak odama kendimi kapatmış tırnaklarımı yerken nasıl gerçek oldu? deyip nasıl şükredeceğini bilemeyeceksin.
Bazıları da gerçek olmayacak, çok istemiş olsan da. 17 yaşındayken kendime ‘‘Psikoloji okuyacağım ve reklamcı olacağım.’’ demiştim. Hayatta en sevdiğim şey yazmak, en büyük hayalim de bir reklam ajansında yazar olmaktı. Markalara şarkılar, senaryolar yazacağımı umuyordum. Olmadı, hayat öyle gelişmedi, ben de çok zorlamadım. Hep içimde ukde kaldı, hep ‘‘yapsam ne kadar kendim olurdum’’ dediğim bir kariyer hayali olarak asılı kaldı, ama üstünden atlayıp geçtim. 15 yıl oldu. Bazen kalacak, kalbinin kenarında asılı kalacak. Ama dedim ya, soruların değişecek. Özellikle yaşın ilerledikçe; ‘‘Bunu nasıl yapamadım be!’’den, ‘‘Kalan zamanımda bunla ilgili ne yapabilirim?’’e bakmaya başlayacaksın. Tıpkı benim birazdan işe gittiğimde reklam senaryosu yazmayacak olmam, ama şu an bu yazıyı yazıyor olmam gibi.
Kendine inanmayı bıraktığında, oyun biter
Babamı çok severim fakat taban tabana zıt karakterlerizdir. Ben hayatımı psikolojiyle, edebiyatla geçiren biriyken babam bu konulardan çok uzak, rasyonel, iş odaklı biridir. Tam da bu sebeple, onun bu cevabını hiç unutamam:
Büyük başarılarla devam ettirdiği dev şirketi iflas ettiğinde ben 18 yaşındaydım ve ona sormuştum:
‘‘Baba, neyi yanlış yaptın?’’
Cevap olarak benim her zamanki gibi anlamayacağım bir finansal tablo, siyasal konjonktür yok efendim üretimsel detaylar, hammade problemleri falan bekliyordum. Ama öyle olmadı, benim bildiğim yerden cevap verdi:
‘’Kendime inanmayı bıraktım.’’ dedi. Sonra da ekledi. ‘’Kendine inanmayı bırakırsan, oyun biter.’’
O zaman bu dediğine çok anlam vermemiştim ama şimdi çok iyi anlıyorum.
Bütün boşlukların içinde, içine düşebileceğin çok karanlık bir tek boşluk var:
‘‘Benden zaten ne olur ki…’’ boşluğu. Herkes sana her şeyi diyebilir tamam mı, özgüvensiz olduğunu, çirkin olduğunu, başarısız olduğunu, beceriksiz olduğunu söyleyebilirler. Arkandan gülebilirler, dalga geçebilirler, sosyal medyada linç edebilirler. Ama sen, bir tek sen bunu asla fakat asla yapmamalısın. Kendine sırtını dönersen gerçekten de bitiyor oyunun. Kendine inanmayı bırakmaya ne zaman meyilli olsan, ‘‘kendime inanmayı bırakmak, enerjimin fişini çekmek olur’’ diye düşün. Başka hiçbir şey yapamaz hale gelirsin o zaman, halbuki yakıtın sensin, sen olmak zorundasın, ve sadece hayatta olmak, kendine inanmak için yetecek bir sebep. Yaşı 100’e yaklaşan birçok kişinin farklı yerlerde ifade ettiği bir cümle var, ‘’Demek ki buradaki işim bitmedi.’’ Bayılıyorum bu söze, evet, kendine inanmamak gibi bir lüksün yok, hiçbirimizin yok çünkü ‘‘Eğer buradaysak, işimiz bitmedi.’’
Bu kez son sözü, Paulo Coelho’ya bırakıyorum. Özellikle bu dönemde umutsuzluğa kapıldıysan, okumanı mutlaka ama mutlaka önereceğim kitabı Veronika Ölmek İstiyor’dan bir cümle:
‘’O hapları aldığımda, nefret ettiğim birini öldürmeye çalışıyordum. İçimde başka, sevebileceğim Veronika’lar olduğunu bilmiyordum.’’
Sevebileceğin sen’lerin daima içinde olduğunu ve ışık hüzmesinin er ya da geç hayatına mutlaka sızacağını sakın unutma sevgili kardeşim. Geçiyor, geçecek, hep geçti. Sabret, umut et ve yolculuğun –ne kadar kötü gözükürse gözüksün- derslerini keyifle alarak yürümeye bak. Güneş doğacak. Hep doğar.