Okumayı kafaya taktığım iki ana konu var, yıllardır.
Bir tanesi, insanın potansiyelini nasıl gerçekleştireceği, başarı için nasıl sağlam formüller bulacağı, nasıl en etkin şekilde çalışıp verim alacağı.
Diğeri, hassas ruhların, içedönüklerin başarı odaklı sert bir dünyada nasıl kendilerini var edebileceği, kendi ritimlerinden daha hızlı akan bir dünyada yollarını nasıl çizecekleri.
İki alanın öğretilerinin zıtlığı her zaman ilgimi çekmiştir; ilk kategori seni koşturur. Bolca deneyim, bolca çalışma, bolca aksiyon, bolca iletişim der. Başarmak istiyorsan herkesten fazla harekete geçmeli, durmadan hareket halinde olmalı, çok sıkı çalışmalısın, diye diretir.
İkinci kategori seni yavaşlatır; adımlarını dikkatli at, termometreni düzenli kontrol et, yoruluyorsan, kırılıyorsan köşene çekilmeyi bil, der.
Bu iki konunun dengesini bulmak, yapıda narin, dış dünyayla ilgili yapacakları konusunda iştahlı ve iddialı olan karma bir karakterin hayatının bence ana meselesi.
Ne zaman dingin, hassas yanınız sırf konfor alanından çıkmamak için başarınızı sabote etmeye kalksa onun başını okşayarak sakinleştirip, elinden tutup hızlı otoyola tekrar çıkarmak gerekiyor.
Ne zaman başarı odaklı yanınız gaza basmış giderken, hassas yanınız kendisiyle aynı hızlı şeritte gidenlere göre birden çok yorulduğunu, kırıldığını hissetse, onu biraz sağa çekmenin yarışı kaybettirmeyeceğine, tam tersi dengesini bulmasına yardım edeceğine ikna etmeniz gerekiyor.
Böyle bir denge kurmaya niyetlenmek ilk bakışta zor görünüyor olabilir ama faydası büyük: Sizi gereksiz yere hayati bir seçim yapıp, iki yandan biriyle vedalaşmak zorunda kalmaktan kurtarıyor.
Hassas ruhun hızlı kulvara ilk isyanı: Bu kurumsal hayat bana göre değil!
Kurumsal hayatla ilişkim pek sevimli başlamadı. Aslında kurumsal hayatla ilişkisi sevimli başlayan çok var mı emin değilim, eğer bir kişinin çocukluk hayali büyük ofislerde çalışmak, anne-babası gibi bütün gün bilgisayar başında olmak değilse; kurumsal hayata ilk giriş bence her zaman bir şok etkisi yaratıyor.
Benim için, staj yaptığım ilk şirkette, bana ayrılan koltukta oturduğum ilk birkaç saatin verdiği his şuydu: Ben bir hapse düştüm. Kalabalıklarda, tanımadığım ortamlarda rahat hissetmeyen, aynı yerde bütün gün oturmaktan hoşlanmayan biriydim. Bunun ötesinde, çevremde halinden gayet emin ve kısmen de memnun görünen ciddi yüzlere göre çok saf, çok güler yüzlü ve tamamen yabancıydım.
Üstelik, staja getirdiğim bedenimin içine gizlice hapsettiğim, hassas ruhumun bayıldığı bir zevkim vardı: Yazı yazmak.
Stajda olduğum için, bana verdikleri kısacık işleri hemen bitiriyordum ve uzun süre boş vaktim oluyordu. Ben de bu boş zamanlarda bilgisayara gömülüp, yazmaya koyuluyordum. Hassas ruhum, sert başarıların kol gezdiği koridorlara yanlışlıkla savrulmuş gibiydi. Barlardaki bodyguardların rezervasyonu olduğu halde, görünümünü uygun bulmadığı için kapıdan çevirdiği kişiler gibi, güvenliğin bir sabah ofise girerken benim bu ortama ne kadar ait olmadığımı anlayıp beni içeri almayacağından korkuyordum.
Bu ikilemin buhranına çözümü en sonunda, kurumsal hayata hiçbir zaman ait olmayacağıma kendimi ikna etmekte buldum. 23 yaşındaydım; tamam evet bir işe girip çalışacak, bir maaş kazanacaktım ama ruhum asla buralara ait olmayacaktı.
Bu ruh haliyle bitirdiğim ilk stajımdan sonra, sıra bir sonraki yıl ikinci stajıma geldi. Stajyerler arasında en ilgisiziydim. Artık daha büyük, beni daha da yutacak gibi görünen bir plazadaydım. Durmadan aldıkları çantalardan, gidecekleri seyahatlerden bahseden ve ağır parfüm kokuları koridorlarda birbirine çarpan kadınların arasında, tek dileğim yaşım ilerleyip de onlardan biri gibi olmamaktı. Bana verilen görevleri yapıyor, ruhuma ortamdan bir şey yanlışlıkla dahil olmasın diye neredeyse parmak ucunda yürüyordum.
Bu kayıtsız halim, açıkça kendimi ortamdan soyutlama çabam elbette dışarıdan da belli oluyordu. Bir şekilde o stajı da ‘atlatmayı’ başardım.
İlk işime girdiğimde, şükürler olsun kendi ruhuma çok daha uygun olan bir ortama, bir reklam ajansına girmiştim. Fakat orada da müşterilerim kurumsal müşteriler olduğu için, bu yine o kocaman plazalardaki kişilerle bol bol muhatap olmam, oralarda bolca zaman geçirmem gerekeceği gerçeğini değiştirmiyordu.
Hayalperestler için ‘sert ortamlardan kaçmaya’ alternatif bir öneri
Şimdi benim gibi gençlerle karşılaştığımda, onların paçalarından akan ‘bitse de gitsek’ enerjisini ben de ilk gördüğümde hissediyorum. Kurumsal hayata katiyen kendi isteğiyle katılmamış, tamamen vakti doldurmak, günü öldürmek için bedenen orada, ruhen kesinlikle başka yerde olan birçok genç var.
Kariyerimizin ilk yıllarında, kendisinin kurumsal hayata uygun olmadığına kanaat getirip kurumsal dünyadan ayrılan birkaç arkadaşım olmuştu. Biri psikoloji alanında kariyerine devam etmiş, kendine bir klinik açmıştı. Diğeri daha küçük ligde oynamayı seçmiş, küçük bir şirkette sakin, memuriyete benzer bir görev bulmuştu. Bir başkası anaokulu öğretmenliğine yönelmişti. (Bu noktada bana sıkça sorulan ‘Psikoloji mezunu ne iş yapar?’ sorusuna atıfta bulunmuş olayım, içinden onlarca meslek doğuran bölümümüze sevgiyle.)
Benim ise, her ne kadar kendimi o ofislere ait hissetmesem de kendime ‘Ben kurumsal hayata ait değilim, daha sakin-sessiz bir hayat yaşayayım’ demek ağırıma gidiyordu. Henüz adını koyamadığım bir sebeple, iş hayatının içinde bulunmak, orada başarmak istiyordum. Hayalim havlu atıp gitmek değildi.
Fakat plazadayken bir ayağım hep dışarıdaydı. O dışarıdaki kısımda ben bir yazardım.
Yazarken ise bir ayağım yine hep dışarıdaydı. O dışarıdaki kısımda ben bir iş insanıydım.
Yıllarca bu ikilemi, benim birbiriyle çelişen iki ilgi alanım olmasının getirdiği bir ikilik ve problem olarak gördüm. Bu yüzden de soruyu hep ‘Acaba ben sadece yazar mı olmalıyım? Yoksa kurumsal hayatta mı devam etmeliyim?’ diye sordum. Ancak sorun şu ki, bu soru yanlıştı, bu sebeple de asla cevaplanamıyordu.
Çelişen kariyerler değildi: Hassas ve sessiz ruhum ile, başarıyı ve hareketi seven yanımdı
Bu çelişkinin, iki farklı ilgi alanına sahip olmaktan değil, ruhumun beslenmeye çok ihtiyaç uyan iki kısmının arafında kalmaktan kaynaklandığını yıllar sonra anlayacaktım. Konu yazmak ya da kurumsal hayatta çalışmak değildi. Konu, büyük başarı okyanusunda yüzmeye duyduğum heves, ama aynı zamanda sükunetle başımın okşanmasına, sık sık ‘tamam sana bu hız fazla geliyor biraz dinlen’ denmesine duyduğum ihtiyaçtı.
Durmaya, ara vermeye, kendi o hassas ruhumla baş başa kalmaya, iş hayatında tanıdığım herkesten daha çok ihtiyacım vardı.
İş hayatında yer almaya, işle ilgili başarılar elde etmeye de tanıdığım tüm sadece entelektüel işlerde çalışan, yazıp-çizen kişilerden daha tutkuluydum.
Konu, iki alandan birini seçmek değildi. Konu başarıyla, şefkat ihtiyacımı öpüştürmekti.
Basitçe çözmeye çalışmamanın zor ama büyük ödülü
Rollo May, Kafese Konan Adam kitabında, Nimis Simplicando’dan bahseder.
Anlamı basite indirgemek, deveyi pire yapmaktır. Benimki gibi hem hassas ruhlu hem de iş hayatında başarıya tutkulu olmak gibi ikiliklerde, insanın ilk güdüsü hızlıca bir seçim yapıp kafasını rahatlatmak oluyor. İki yandan birini seçip, diğer tarafı tamamen kapatmak.
Ancak sırf hızlıca ikilikten kurtulmak için, kendimize özgü bir karışımı, kendi ihtiyaçlarımıza tam uyacak bir hayat tarifini kaçırıyor olma ihtimalimiz büyük. Sorunun sandığımız kadar basit olmadığını kabullenmek, doğru soruyu ve doğru cevabı aramak için yola koyulmak kesinlikle daha meşakkatli bir yol, ama ödülleri sonunda bekliyor.
Hayatınızdaki herhangi bir konuda, sırf genel geçer görüşün ‘ya öyle ya da böyle’ olduğu için aslında siz formülü ince ayarla ayarlanmış bir karışıma ihtiyaç duyarken, bir yanınızın kepenklerini kapattığınız oldu mu? Sadece kariyer değil, birçok konuda yaşıyoruz böyle ikilemleri. ‘Ayrılmalı mı, ayrılmamalı mı?’, ‘Taşınmalı mı, taşınmamalı mı?’ ‘Diyete girmeli mi, boş verip yemeye devam mı etmeli?’
Oysa ihtiyacımız olanın bu siyah-beyaz sorulardan ziyade, bize kendi ince ayarımızı yapma olanağı tanıyacak alt sorular. Nimis Simplicando’ya kaçıp, hızlıca bir cevabı o-piti-piti ile seçip yok yere özgünlüğümüzden feda etmek yerine, birbiriyle çelişir görünen ihtiyaçlarımızı ortak bir paydada buluşturmak mümkün.
Benim hikayemde, uzun süredir yazarlığımı besleyen hassaslık, naiflik ile başarı yolunun çetin olduğu sert dünyanın tam ortasında yürüyorum.
Artık ikisine de %100 ait olduğumu biliyorum. Ofisteyken, iş hayatında başarıyı hedefleyen ama hassas olan ve kendi ihtiyaçlarına dikkat etmesi, onları iyi gözetmesi gereken biriyim. Yazarken, tam da ruhuna uygun bir iş yapan, ama sadece yazacak kadar bohem olmadığı için daha çetin bir oyunda koşan öbür yanını da içinde taşıyan biriyim.
Karmaşık doğamıza, biricik formüllerimize ve çoğu zaman birbiriyle çelişen ihtiyaçlarımıza basitleştirmeden, hızlı çözmeye çalışmadan, özenle bir ortak formül bulmak, uzun vadede ‘Tam da kendime göre bir hayat yaşadım!’ deme ödülüyle, çıkabileceğimiz en anlamlı yolculuk olabilir.
Adam Grant'in yeni kitabı: Hidden Potential
Gizli potansiyeli ortaya çıkarmayı önemsiyorum çünkü ben de bunu yaşadım. En anlamlı başarılarım, ciddi yetenek eksikliğiyle başladığım alanlardan geldi.
Adam Grant / Hidden Potential
Ünlü organizasyonel psikolog Adam Grant’in 23 Ekim’de çıkan kitabı Hidden Potential (Gizli Potansiyel) uzun zamandır heyecanla beklediğim bir kitaptı.
Henüz Türkçe çevirisi bulunmayan kitapta, Adam Grant potansiyelimizin nasıl gizli kalabildiğini ve nasıl ortaya çıkarılabileceğini anlatıyor.
Aslında temelde, çokça kapıldığımız ‘Yahu yapacak insan zaten yapar!’ önyargısını yalanlıyor. Doğuştan gelen yeteneğin, ilk görüşte, ilk denemede göze çarpan yeteneğin gelecekteki başarının tek işareti gibi görülmesinin; nice potansiyel başarıyı baltaladığını anlatıyor. Kitabı henüz okumaktayım ancak altını çizdiğim birkaç cümleyi şimdiden sizinle de paylaşmak istiyorum.
‘Niyeti olan, bir yol bulur.’ deriz. Burada gözden kaçırdığımız, insanların yolu göremediğinde, varış noktasıyla ilgili hayal kurmayı bırakmalarıdır. Niyetlerini harekete dönüştürmeleri için, onlara yolu göstermemiz gerekir.’
Potansiyeli değerlendirirken, başlangıç noktasında anında göze çarpan becerileri dikkate alma hatasını yapıyoruz. İnsanları sadece başladıkları gün yapabildikleriyle değerlendirirsek, potansiyelleri saklı kalır. Potansiyel nereden başladığınla değil, ne kadar uzağa gittiğinle ilgilidir.
Kitabın tamamını okumak ve size daha fazla bahsetmek için sabırsızlanıyorum.
Ne yapacağımızı biliyoruz, ama bildiğimizi yapmak o kadar kolay değil. / Yankı Yazgan
Yankı Yazgan, Brand Week’te Bekir Ağırdır ile yaptığı oturumda, ‘Ne yapacağımızı biliyoruz, ama bildiğimizi yapmak o kadar kolay değil.’ dedi ve tekrarın öneminden bahsetti. Yapmak istediğimiz şeyi yapmak için tekrar etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatırken, bizim bunu göz ardı etmeyi seçebildiğimizi söyledi.
‘Gerekeni yapmadan sonuç almayı beklemek gibi bir özelliğimiz var’ diye belirtti. Düşünün, bu konu yine, iki tarafı uzlaştırmak yerine hızlıca birini seçme eğilimimize benzemiyor mu? Nimis Simplicando hatasına düşüp, ‘yapılacağı biliyorum işte budur’ deyip palas pandıras, düşünmeden, kıra döke aksiyona geçmek gibi. Ve belki bunları yaparken, içimizdeki potansiyelin gizli kalmasına, kendimiz sebep oluyoruzdur.
İlk kitabım Affedersiniz İçedönük’ün raflarda olmasına çok az kaldı!
Bu uzun Pazar bülteninin son bölümünü, kitabıma ayırıyorum. Önceki bültende de bahsettiğim gibi, ilk kitabım ‘Affedersiniz İçedönük’ yakında raflarda olacak.
Kitapta, aslında bugünkü yazıya benzer bir ‘uzlaşma’ hikayesi anlatıyorum: İçedönüklere uygun görülen sakin sessiz hayatın sınırlarını nasıl genişletebileceğimizden, bir içe dönük olarak nasıl hayata daha fazla katılabileceğimizden kendi hikayemden örneklerle bahsediyorum.
Böylece, benim bir zamanlar hissettiğim gibi, içedönüklüğünü bir sorun olarak görenler, iç dünyasıyla dış dünyanın hep ayrı düşeceğini düşünenler, bu yüzden kabuğuna çekilmeye mecbur hissedenlere bir alternatif sunuyorum: Bir orta yol bulup, daha zengin, dolu dolu bir yaşamın kapısını, kendi özgünlüğümüzü bozmadan aralamak.
Kitapla ilgili pek yakında, öncelikle sadece bu bültenin abonelerine özel bir online ön-toplantı yapacağım.
Bunun yanı sıra, bazı okullar ve şirketlerle kitapla ilgili konuşmalar için şimdiden organizasyonlar yapıyoruz; yani bir bakmışsınız okuduğunuz okulda ya da çalıştığınız şirkette karşılaşmışız 😊
Bülten abonelerine özel toplantımız için kayıt linkini pek yakında paylaşacağım.
Bu süreçte kitapla ilgili sorularınız, toplantıyla ilgili önerileriniz veya paylaşmak istediğiniz herhangi bir konu için adresi biliyorsunuz: gozdeattila@gmail.com
Güzel pazarlar!
İçinden gectiğim aynı bu karışıklık dönemimde ilham oldunuz