İnsanların kendini daha çok anlatması ve ortaya koyması konusunda onları cesaretlendirmeye bayılırım. Belki de kendi suskun ve her şeyi iç dünyamda yaşayan gençliğimden ötürü, o ‘içi dolu dolu, rengarenk olma fakat dışarıya bunun zerresini yansıtamama’ halini iyi bilirim. O hali gördüğümde içimden bir ses bana emreder gibi, bir şekilde o kişiyi ‘dışarıya’ davet etmem için fısıldar.
Bugüne dek tanıştığım yüzlerce insanın kesin olarak bir ortak noktasını biliyorum: Uygun görünme çabamız genellikle haddini aşan bir seviyede hayatımızı yönetiyor ve sırf bu dozunu ayarlayamadığımız ‘uyum sağlama çabası’ sebebiyle özgünlüğümüzün sesini yok yere gereğinden fazla kısıyoruz.
Can alıcı kısım, bu özgünlüğünün sesini kısan – ama bir açsa hepimizin o sese bayılacağı- kişilerin büyük kısmı şuna inanıyor: Kendimi pazarlamam antipatik görünür. Fazla görünür olmam uygun değildir.
Bir liste yapın. İşyerinde, eşinize ya da önemsediğiniz diğer kişilere sözünü edemeyeceğiniz şeylerin bir listesini çıkarın.
Bu listedeki şeyler (ve yazmaya bile tereddüt ettikleriniz) sizin ya da kurumunuzun utanç duyduğu noktalara işaret etmektedir. Bu kırmızı düğmeler kırılgan olmamayı tercih ettiğiniz noktalardır. Bunlar zırhınızı kuşandığınız, hiç kimsenin girmesini istemediğiniz alanlardır. Zırh bağlantıyı engeller ve utanç iltihaplanır. Utancın gölgesi, sanatı öldürür.
Bu şeylerden söz ettiğinizde, onları sahiplendiğinizde utanç gücünü yitirmeye başlar ve kırılganlık sizin için tekrar erişilebilir hale gelir.
Seth Godin / İkarus Yanılgısı
Kendimizi anlatırsak, ‘Kendimi pazarlıyor gibi görünürüm.’ diye düşünüyoruz.
Aslında bu yanlış bir inanç ve cümlelerin içinde pazarlama geçmese, her şey daha kolay olacak. Peki neden yanlış biliyor musunuz?
1-Kendini ifade etmeden, özgünlüğünün kutsanmasını bekleyemezsin
Ben yıllarca bunu yaptım. İçimdeki kırılgan, yaratıcı, özgün ruhun kıymetini dışarıdan, bir bakışta anlayacak birilerini hayal ettim hep. Söylediklerimin ötesini duyacaklardı.
Ben sus pus otursam da zihnimde ne şahane şeyler döndüğünü hissedecek kadar kıvrak olup, diğerlerinin bas bas bağıran yüksek seslerine değil, benim gizli hazineme tav olacaklardı.
Sonra çok basit bir gerçeği, uzun bir zaman sonunda keşfettim: Kendimi anlatmadığım sürece, dünyadaki hiç kimsenin bana, beni sessizce anlama borcu yoktu. Herkes kendi gündemiyle ve günlük işleriyle çok meşguldü ve ben eğer samimiyetle ağzımı açıp konuşmazsam, kimse beni bilemezdi, bilemeyecekti.
Fakat bunu keşfettiğimde sağlam bir kayaya çarptım: En hoşlanmadığım insanlar, gruplarda sazı eline alıp saatlerce kendinden bahseden, sesi durmadan baskın çıkan, başkalarını yarım yamalak dinleyip yine sözü kendine alan, ortamı bu şekilde paralize eden kişilerdi. Ben asla onlardan biri olmak istemezdim.
Kendimi ifade etmek ama bunu düzeyli şekilde, doğru oranda yapmak istiyordum. Derdim ortamları domine etmek değil, kendimi oraya geldiği bile unutulan, silik, varlığı – yokluğu bir birinden, ‘var olan’ birine dönüştürmekti.
Peki bu dozajı nasıl yakalayabilirdim?
2-Ne kendini pazarlasın, ne hayalete dönüşsün
Kendini ifade etmekle, bu işe hiç girişmeyip sessiz kalmak arasında bir yol daha var.
Başkalarına da kendini ifade etme alanı tanıyarak, ortamı domine etmeden, herkesi sıkıp sazı sürekli elinde tutmadan özgünlükle kendini anlatmanın bir yolu var.
Bence bunun en iyi ilhamı, çocuklar. Dört yaş grubunun birbiriyle iletişimi kusursuz bir örnek. Büyük bir alanda, üç çocuk bir araya geliyorlar. Sırayla birbirilerine birkaç şey anlatıyorlar. Sonra bir anda grup dağılıveriyor, herkes başkasının yanına gidiyor. Ya da biraz sonra birileri kalkıp gidiyor, biraz da kendi başına oynamaya karar veriyor. Yani kimse kimseye ‘Şimdi ben kendimi ifade edeceğim ve ben tamam diyene kadar bayılsanız da bana maruz kalacaksınız.’ diye yaklaşmıyor.
Evet hikayeniz ilgi çekici, hayatınız sıra dışı ve anlatımınız, ses tonunuz da çok keyifli olabilir ama herkesin başkasının gündemine maruz kalmaya sınırlı bir gücü var. Doğru dozda olduğunda kendini ifade etmek, anlaşılmak, paylaşmak, samimiyetle bağ kurmak için harika bir yöntem. Peki az ile fazla arasındaki dengeyi nasıl bulacağız?
3-En iyi kendini ifade etme biçimi, başkalarının özgünlüğüne davetiye çıkarmaktır.
Telefon etmek benim için hep korkulu rüya olmuştur. Telefon ettiğimde mutlaka birilerini hayatlarının akışından alı koyduğumu, onların zamanını gasp ettiğimi düşünürüm ve şayet telefon etmişsem, tek nefeste olabildiğince hızlı ve az kelimeyle, mesajımı iletip telefonu kapatmaya bakarım.
Yıllar içinde, sosyallikle, kendimi ifade etmekle, dış dünyayla barışmakla ilgili aldığım onca yol içinde hiç değişmeyen bir tek bu oldu. Halen telefon etmekle ilgili duygu ve davranışlarım aynı.
Eskiden bir ortamda kendimle ilgili birkaç kelime etmek, kendimi ifade etmek için söze girdiğim ilk zamanlarda da hep bunu hissederdim: ‘Şu an kendimden bahsediyorum ve bunu mümkün olduğunca kısa ve öz yapmalı, insanları sıkmamalıyım.’
Sonra bir şey fark ettim, aslında kendimizi anlatmanın en güzel yanlarından biri, ‘Acaba sen de bu duyguya ortak mısın?’ diye alttan alttan karşımızdakini sorgulamak. Hatta bu his olmasa, kendimizle ilgili bir şey anlatmak asla aynı tadı vermezdi bence. Hepimiz kendimizi anlatırken, anlattığımız duyguda yalnız olmadığımız umudunu cebimizde taşıyoruz.
Büyük gruplarla gidilen yemeklerde, bir fetiş halinde, sohbetin gidişatını gözlemlerim.
Neredeyse istisnasız hep şöyle olur;
Eğer biri beklenmedik derecede kırılgan bir anısından; bir zorlanmasından bahsederse, ortamın havası bir anda değişir.
Çok güçlü görünen biri ‘Yapamadım, korkuyorum.’ diye bir şey anlattığında...
Çok başarılı bildiğimiz biri ‘Bugünkü toplantıda ben hiçbir şey anlamadım, mecburen uydurma cevaplar verdim.’ dediğinde…
Hep uyumlu bildiğimiz biri ‘Ya ben o mekândan hiç hoşlanmıyorum, aslında artık öyle yerlere de gitmeyi sevmiyorum.’ dediğinde bir anda ortama peri tozu serpmiş gibi olur.
Birinin ‘uygun görünmek’ için kendini zorlamak yerine samimiyetle açıklarını açık ettiği bir sofrada, iki mucizevi şey olur:
1-Bu kişi artık o sofranın sohbet zeminini belirlemiş ve standardı harika bir yere koymuştur: Bir kere sohbet çok samimi ve içten yerden başladığında, genellikle öyle devam eder. Herkes bu moda katkıda bulunacak şekilde sohbeti devam ettirir, klişe ve soğuk ifadeler yerini içten ve kırılganlığın hoş görüldüğü bir ortama bırakır.
2-Bu kişinin samimi itirafı, diğerlerinin özgünlüğünü ifade etmesi için bir davetiyedir.
Kendi kırılganlığını anlatan, kendi içini beklenmedik bir samimiyetle açan kişi, diğerlerine sessiz bir davetiye çıkarmış olur: ‘İşte burası güvenli bir ortam ve sen de burada aynı şekilde, olduğun orijinal halinle var olabilirsin.’
Önermem şu ki,
Sadece kendimizi samimiyetle ifade etmek, ağzınızı açıp sıradan olmayan, hakiki bir şeyler söylemek hayatımızı sanmadığımız ölçüde değiştirebilir.
Hayatımıza gerçekten isteyeceğimiz dostlar katabilir. – Çünkü onları, kendimizi ifade etmezken bulmak çok zor. Öyle olduğunda dostları daha çok dış etkenlere göre seçiyoruz.
Bizi fark edilir kılar. – Arkadaş ortamlarında, hatta kendi ailemizde, iş yerimizde, bizi akılda kalıcı, sıra dışı birine dönüştürür. Evet sıra dışı, çünkü kendini samimiyetle ifade etme zahmetine katlanan kişi sayısı gerçekten azdır.
Daha fazlası için bizi cesaretlendirir. – Benim yolculuğum 17 yaşında kendime yaptığım, ‘Bugün dershanede gördüğüm biriyle birkaç kelime sohbet edebilirim.’ telkinleriyle başlamıştı. Şimdi geçenlerde bana biri ‘Gözde, bu etkinlik çok büyük bir salonda olacak, binden fazla kişiye konuşma yapmak seni tedirgin eder mi?’ diye sorduğunda ‘Bir ya da on bin kişi fark etmez, benim için sorun yok.’ demeye dönüştü. Bu ‘Kendimi ifade edebilirim’ hissi, bir adım attıkça iki adım bedava veren harika bir kampanya sistemi gibi.
Her adım attığınızda ‘Yahu bir şey yokmuş ki bunda.’ diyor insan, birçok konuda olduğu gibi.
Bağlantı kurmak için cesaretle attığımız her adım bize, başkalarının bizim başkalarına ne kadar çok benzediğimizi ve aslında duvarları yok yere ördüğümüzü hatırlatıyor.
Önce bir kişiye kendini anlatmak zor geliyor. Sonra bir bakmışsın büyük gruplarda dahi hiçbir role bürünmeye çalışmadan, o sofranın herkes için özgün bir sohbete davet edeni oluyorsun.
Kendini ifade etmenin, başkalarının kendilerini ifade etmesi için bir davetiye olduğunu sürekli hatırlamak gerekiyor. Bu kendimiz kadar başkaları için yapılabilecek muazzam bir iyilik.
Tecrübe bana gösterdi ki büyük küçük, rütbesinden bağımsız, çekingen ya da çok dışa dönük görünen birçok kişi, birileri onu cesaretlendirsin de kendinin en samimi halinden bahsetsin diye bekliyor.
Evet çoğu kişi bunun için birinin oyunu başlatmasını bekliyor, birinin standardı buraya çekmesini, birinin kendine samimi bir soru sormasını. O biri siz olduğunuzda faydanız kendinizden çok dünyaya oluyor.
Hala kendinizi pazarlamak istemiyor musunuz?
Önyargılı olarak ‘Ama ben kendimi pazarlamak istemiyorum.’ dediğinizde, yaptıklarınızı, ilgi alanlarınızı, başardıklarınızı, umduklarınızı, başaramadıklarınızı, kendinizle ilgili olanı anlatmak yerine sustuğunuzda, sadece görünürlüğünüzü kaybetmiyorsunuz.
Aynı zamanda dünyayı daha samimi, içten, herkesin birini anlayıp güveneceği bir yer haline getirmek için en yakın çevrenizden başlama fırsatını da kaçırıyorsunuz.
Kendini pazarlayan kuşkusuz kendisi için birçok avantaj sağlıyor. Daha görünür olmak; terfi etmekten daha iyi dostluklar kurmaya, işletmelerde daha iyi hizmet almaktan, istediği tüm kaynaklara daha kolay ulaşmaya birçok kapıyı açıyor.
Ama açtığı en değerli kapı başkalarına cesaret verme hali. Bu yüzden, ne zaman ‘kendinizi pazarlamasanız’, başkalarının da görünür olma, içtenlikle kendini ifade etme haline vesile olabilecekken, bu hali baltaladığınızı hatırlamanızı isterim.
Evrim, bizleri, reddedilme duygusunu iliklerimizde hissetmeye programlamıştır. Bu yolla kabileler, kişiyi grubun dışına atmakla tehdit ederek, cemaatte itaat duygusunu hâkim kılmaktadır.
Steven Pressfield / Yaratma Savaşı
‘Ama anne, utanıyorum!’
Bu ara oğlumdan en çok duyduğum cümle bu. 4 yaşında, ve benim çocukluk hallerimin aksine gayet dışa dönük bir çocuktan bahsediyoruz. Konu yabancı ortamlar olunca ise, bugünlerin popüler cümlesi bu.
Oğlum, hadi garsondan hesabı iste.
Ama anne, utanıyorum!
Oğlum, ablaya gidip şu parayı bozdurur musun? Oyuncağa atmak için.
Ama anne, utanıyorum!
Oğlum, bak bunların hepsi bizim akrabalarımız, sana merhaba diyorlar, kafanı kaldır da bir merhaba de?
Ama anne, utanıyorum!
Oğlum hep sesi çok yüksek çıkan bir çocuk oldu ve bu ‘Ama anne, utanıyorum!’ u da bağıra bağıra söylüyor. Ben de ona takılıyorum, ‘Oğlum ben çok utangaçtım, utanmak böyle bir şey değil, utanan insan utanıyorum diye bağırıp tepinmez.’ Gülüyoruz, o da gülüyor :)
Bu hikâyede, dört yaşa özgü olmayan bir gerçeklik payı var. Utanç derya deniz- ve incelemeye bayıldığım – bir konu ama, bugünkü yazımızın konusu ekseninde düşünecek olursak,
Mademki kendimizi ifade etmek hem kendimiz hem başkaları için müthiş bir şey, öyleyse neden direkt yapmıyoruz?
Çünkü evet genellikle, utanıyoruz!
Üstelik utanmamızın sebebi, kendimizi ifade ederek kuracağımız bağlantılara deli gibi ihtiyaç duymamız. Su gibi, hava gibi ihtiyaç duymamız o insani bağlantılara.
Brené Brown’ın bu konudaki ifadesine bayılıyorum:
Bağlantıya önem verdiğimiz sürece, bağlantısızlık korkusu hayatlarımızda her zaman önemli bir güç olacaktır.
Brené Brown - Liderlik Etmeye Cesaret Etmek
Anlatır da garip görünürsem diye korkuyoruz.
Anlatır da anlaşılmazsam?
Size bu yolun uzun süreli öğrencisi olarak söyleyeyim, evet bunlar da olacak.
Hakikaten kendinizi en özgün halinizle ifade edip, koca masada bir tek kişinin bile sizi anlamayıp size bön bön baktığı anlar da olacak.
Kendinizi ifade etmek için çok özgün olduğunu düşündüğünüz bir hikayenizi anlatıp, kimsenin bağlantı kuramadığı anlar da olacak. Anlaşılır kılmak için biraz daha konuştukça iyice battığınız, asla anlaşılmadığınız bir sarmal bazen ayağınıza da dolanacak.
Ama iyi haber, bunlar, 100 deneyiminizin belki birinde olacak.
Yani işler genellikle iyi gidecek.
İyi gitmediğinde ise, şunu idrak edeceksiniz –en sağlıklı şekilde-;
‘Evet herkes anlamayabilir. Evet bugün bu anım, anlaşılmamış olabilir. Evet ben anlatamamış, doğru kelimelerle ifade edememiş olabilirim. Evet, bu utancımda / hikayemde / Başarısızlığımda yalnız olabilirim, bu gruptan hiç kimse buna duygudaşlık yapamayacak olabilir.’
Bunu kabullenmek, yani sırf ‘ya anlaşılmazsam / komik duruma düşersem’ korkusuyla kendimizi ifade etmekten kaçınmak yerine bu hale kucak açmak özgürleştirici. Çünkü o zaman, beklentiden koparmış oluyorsunuz kendinizi anlatma halinizi.
Kendinizi, onaylatmak için anlatmıyorsunuz.
Ne kadar zeki olduğunuzu ima etmek için değil,
Ne kadar yaratıcı olduğunuzu kanıtlamak için değil,
Başarısızlık hikayenizle şefkat ve teselli toplamak için değil,
Sadece kendinizi ifade etmek için anlatıyorsunuz.
Böyle bir noktadan yayın yaptığınızda, yani beklentileri ortadan kaldırıp sadece, sonuçlar ve hedefler olmadan samimi bağlantıların peşinde olduğunuzda, gerçekten özgün olan iletişim başlamış oluyor.
İşte o zaman artık kendinizi ‘pazarlamıyor’, diyalogları, ortamları, kendiniz ve başkaları için daha doyurucu, birbirinden öğrenmeli, duygudaşlık etmeli, kırılganlıkları kucaklayan bir hale getiriyorsunuz.
Sadece ağzınızı açıp bir şeyler anlatarak başlıyor tüm bu yolculuk.
Yaptıkça gelişiyor.
Yaptıkça standart davranış biçiminiz haline geliyor.
Ve sonra nerede sıkıcı bir sohbet, tıkanan bir muhabbet, herkesin kendini kastığı bir toplantı, herkesin saatine baktığı bir etkinlik olsa, siz geldiğinizde birileri umutlanıyor, çünkü o kasıntı havayı dağıtıp ortama peri tozu saçacak sakin ama sessizce cesaretlendirici kişinin siz olduğunuzu artık herkes biliyor.
Şimdi ‘kendini pazarlama’ kelimesi, hala yazının başındaki gibi mi hissettiriyor?
harikasın Gözde Attila
Çok güzel anlatılmış bir yazı. Kendini pazarlama fikri korkulu rüyalarımdan biriydi. Kendini anlatmanın “acaba sen de bu duyguya ortak mısın” sorgulamasıyla olabileceği hiç düşünmediğim bir yerden bakmamı sağladı ve ilham verdi. Teşekkürler 🌿