Spam e-postalar ve mesajlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sadece saftiriklerin düştüğü bir tuzak mı?
Tebrikler, oyuncu kadromuza seçildiniz!
Tebrikler, çekilişi siz kazandınız!
Merhaba, ben Mısır’ın ünlü iş insanı xx, sizinle önemli bir iş için ortaklık yapmak istiyorum.
Ödülünüzü almak için tıklayın!
Bu e-postalara her gün siz ve benim gibi binlerce insan tıklayıp oltaya takılıyor. Üstelik bunu son derece eğitimli, aklıselim insanlar da sıklıkla yapıyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü hepimiz içten içe pasif bir ‘keşfedilme’ umudu taşıyoruz.
Oysa insan, bir yarışmaya başvurmadıysa birinci olmayacağını bilir değil mi? Bir çekilişe katılmadıysa kazanmadığını? Eğer bir işle ilgili faaliyet göstermiyorsa, dünyanın öbür ucundan bir iş insanının milyon dolarlık bir işe girişmek için durup dururken kendisiyle ortak olmak istemeyeceğini?
Ama işte bir yanımız, bilmemeyi tercih ediyor.
Bir yanımız, ‘durup dururken bizim özel ve diğerlerinden farklı olduğumuzun keşfedilmesi’ gizli arzusuyla yaşıyor. Çünkü bu çok cazip ve kanması çok çekici bir plan:
Kafanızda dönüp duran hayalleriniz var.
Bir günde neler yaptığınızı, 24 saatinizi nasıl harcadığınızı yazmanız gerekse siz sıradan bir insansınız: İşe gider gelirsiniz, ailenizle vakit geçirir, yorgunluk atmak için biraz televizyon izler ve uyursunuz.
Fakat, içten içe sizin, sadece işe gidip gelen, ailesiyle vakit geçiren ve televizyon seyredip uyuyan o sıradan insanlardan biri olmadığınızı düşünürsünüz. Onlar sıradan, sıkıcı, ortalama zekaya sahip, hayatı çar çur eden kişilerdir. Siz ize, ASLINDA özel birisinizdir.
Ortalamadan daha zekisinizdir; sıradan değil orijinalsinizdir. Yetenekleriniz vardır, öyle ki yeteneğiniz olan alanda şu anda ünlü olanlardan çok daha iyisinizdir aslında, ah bir bilseler.
Geçen ay, sizin yerinize başka biri terfi edip yönetici olmuştur. Ah o insan kaynakları, sizin içinizdeki cevheri nasıl görememiştir? Bir bilseler, siz bu işi o kişiden nasıl bin kat daha iyi yapardınız...
Yemeksepeti fikri yemin ederim benim de aklıma gelmişti.
Bu cümleyi bir yakınından duymayan var mı?
Ne zaman bir girişim büyüyüp büyük yatırım alsa, çevremizden biri ‘Bu fikir Allah seni inandırsın benim de aklıma gelmişti.’ der.
Bu senaryoda ‘Aklına Yemeksepeti fikri gelmek’ neyse, kendinizi bilinçli olarak anlatmadığınızda da ‘İçten içe çok iyi, zeki, yetenekli’ olmanız da aynı şeydir. Evet siz kendinizi anlatmaktan hoşlanmayabilirsiniz. Bunu ucuz bir kendini pazarlama hamlesi olarak görebilirsiniz. Kendinizi gerektiği kadar’ın ötesinde ifade etmeyi riskli bulabilirsiniz. Fakat acı gerçek şu ki, siz kendi özgün yanınızı ortaya koymaya cesaret etmedikçe, kimse kim olduğunuzu asla bilemeyecek.
Kimse bir gün kapınızı çalıp yıllardır içinizde kullanılmayı bekleyen yeteneğinizi keşfetmeyecek.
Seth Godin, çok sevdiğim İkarus Yanılgısı kitabında; ‘Youtube sizden şovunuzu yayınlamanızı bekliyor ama kimse bunun için size telefon etmeyecek.’ der.
Fakat şimdiden yoruldunuz değil mi?
İnsanın hak ettiği değeri, ilişkiyi, işi, başarıyı aslanın ağzından koparıp alması için bu kadar aktif çaba göstermek zorunda olması yorucu, can sıkıcı bir iştir. Neden gözlerimize baktığında bizim özel olduğumuza dair o kıvılcımı biri görmesin ki?
İçinizdekiyle dışarısı arasındaki yol uzunsa, şimdi bir adımla başlayın
Çoğumuz için, ‘aslında kim olabileceğimiz’ ile ‘dışarıda yaşadığımız sıradan hayat’ arasında upuzun bir yol var. Bu yolun mucizelerle kısalmasını, bizi fark edip ‘Hadi büyük oyuna gel, küçük kaldığın yeter!’ diyecek bir ‘ustanın elimizden tutup bizi hak ettiğimiz yere sırtında taşıyacağını hayal ediyoruz.
Kabul etmemiz gereken acı gerçek ise, ‘görülmek’ için, görülmekle ilgili ciddi bir çaba sarf etmemiz gerektiği. Ancak buradaki görülmek, yüksek sesle konuşmak, uygunsuzca dikkat çekme çabasına girmek değil. Kendimizle ilgili orijinal olanı dışarı vurmak için her fırsatı değerlendirmek. Kendimizi ‘olması gerektiği gibi’den öte, ‘olduğumuz gibi’ ortaya koymak.
Tam da ‘gerektiği gibi olmayı’ öğrenmişken gelen darbe
Çocukluk hayatımız, neyin ‘uygun’ olduğunu öğrenmekle, uygun olmayan davranışlarımızı uygun olana göre törpülemekle geçiyor. Bu o kadar erken yaşta başlıyor ki, ‘yetişkin olmak = uygun olmayan yanlarımı törpülemek’ denklemine körü körüne inanmamıza sebep oluyor.
Sosyalleşmeyle çocuk, içinde yetiştiği kültürün beklentilerini öğrenmeye ve o beklentiler doğrultusunda davranmaya başlar. Yetişkinlik çağına gelince, artık o da ne zaman hangi ‘münasip yüzün’ kullanılacağını bilir hale gelir.
Doğan Cüceloğlu – İletişim Donanımları
Ancak pek konuşulmayan aşama, bu kısma tam alıştığımızda ‘uygunluk’tan ‘özgünlük’e geçme mücadelesinin başlaması gerektiği.
Soru ve sorunlara siyah – beyaz cevaplar bulmaya çalışmak, yorulmamak için işimize geliyor. Konu “Uyumlu olmak mı, özgün olmak mı?” olduğunda öğrendiklerimiz doğrultusuna sorgusuzca ‘uygun olmayı’ tercih edebiliyor, arada bir yol daha olabileceğini göz ardı edebiliyoruz. Halbuki, uygunluğu özgünlüğe tercih etmek, bir potansiyel katili olabilir.
Davetlere uygun elbiseler giyilir
Tam bu noktada araya kişisel bir anekdot alacağım. 14 yaşımdayken, babam iş çıkışı gelip beni evden alacaktı ve birlikte bir davete katılacaktık. O gün annem evde yoktu ve benim ne giyeceğimi kendim seçmem gerekiyordu.
Oldum olası giyinme işinden anlamam ve hoşlanmam. O çocuk aklımla ise o gün, babamın bana yeni aldığı birkaç kıyafeti kombinlemeyi düşündüm. Ortaya mor bir tayt, beyaz bir tişört, sarı bir çanta şeklinde bir kombin çıktı.
Babam beni almaya geldiğinde bana baktı ve ‘Hmm, gel üstünü bir değiştirelim’ dedi. Yukarı çıkıp siyah bir elbise giydik ve tekrar arabaya geçtik. Dediğim gibi, kıyafet pek umurumda olan bir konu olmadığımdan buna takılmadım ama kendime giyinme konusuyla ilgili bir hayat dersi çıkardım: ‘Bir davete giderken, uygun olan giyinilir.’
Sonra uzun yıllar boyunca, ne zaman bir etkinlik için kıyafet almam gerekse aklımda tek bir soruyla alışveriş yaptım: ‘Buraya ne giymek uygun olur?’ Ben 30’lu yaşlara gelip de bir stil danışmanıyla alışverişe çıkmaya karar verene kadar bu böyle sürüp gitti. O alışverişte ilk kez bir çocuk gibi fark ettim: ‘A aa, ama bu kıyafet işi, uygun olan’ın ötesinde zevkime göre oynayabileceğim derya deniz bir konu! Fark etmeden kendimi ne kadar kısıtlamışım!’
Bu anekdot, kendimizi ifade etmekten fark etmeden vazgeçişimizle ilgili genel şemaya iyi bir örnek. Genellikle böyle oluyor, aslında biz kendimizi ifade eden çocuklarken, birileri bize bir şeylerin ‘uygun olmadığını’ söylüyor ve biz o zaman ‘ince ayar’ yapabilecek güçte olmadığımız için, çareyi özgünlüğümüzün sesini tamamen kısmakta buluyoruz. Bunu yaparken, ne kadar büyük bir kayba sebep olduğumuzu bilmiyoruz. Özgünlük kanalını kapattığımızda, kimse artık aslında kim olduğumuzu görememeye başlıyor.
Sonra dışarıya gösterdiğimiz o sıradan, kabul edilebilir, herkes gibi yüzümüzün altındaki orijinal, değerli, özgün yetenekli kişiyi göremedikleri için öğretmenlere, patronlara, arkadaşlara, sevgililere hırslanıyoruz. Oysa biz kendimizi anlatmazsak, nereden bilecekler?
Birçoğumuz mükemmellik arayışı ve başarısızlık korkusu yüzünden, göze batmaktansa herkese ayak uydurmayı yeğleriz. Orijinal gözükmenin yüzeysel yollarını buluruz (papyon takmak veya parlak kırmızı ayakkabı giymek gibi) fakat gerçekten orijinal olma riskini sırtlanmayız. Aklımızdaki güçlü fikirler, yüreğimizdeki çekirdek değerler söz konusu olduğunda kendimizi sansürleriz. Ünlü yönetici Mellody Hobson, ‘Hayatta çok az orijinal şey vardır’ diyor. Çünkü insanlar ‘sesini yükseltmekten, göze çarpmaktan’ korkar.
Adam Grant / Orijinaller
Peki nereden başlamalı?
Tek bir farkındalıktan: İçindeki ‘ah bir bilseler onları hayran bırakacak’ dünyayı onlara tanıtmak, senin görevin. Yani onlar gelip seni keşfetmediği için darılmak, gücenmek yok.
Bu benim için de çok çetrefilli bir yolculuk olmuştu, bir içe dönük olarak insanın içinin kapılarını dışarıya açması zordur. Ama bir noktada bunu yapmazsam tek kişilik bir oyun oynamaya hayat boyu devam edeceğimi fark ettim.
Sadece bu ‘Anlatmak benim sorumluluğum, keşfetmek onların boynunun borcu değil’ anlayışı, yola çıkmak için ilk adımdır.
Belki bugün N’aber? diyen birine otopilotta ‘İyidir’ demek yerine samimiyetle kendinden bir haber verirsin. Belki bu hafta işyerinde yapacağın sunumun başında sıkıcı bir klişe giriş yapmak yerine, kendinden kısa bir hikâyeyle başlarsın. Görülmeye izin verdikçe, bunun tadını bir kez aldıkça zaten geri dönüp o saklanan insan olmanın imkânı yok. Neden biliyor musun? Çünkü insan kendini anlattıkça, buzlarını kırdıkça, duvarlarını yıktıkça, kırılganlığına izin verdikçe tek bir şeyi fark ediyor: Herkes benim gibi.
Ve bu insanı, geri dönülmez bir ‘kendini orijinal haliyle ifade etme’ yolculuğuna götürüyor. Çünkü kim bilir, anlatılmamış hikayen kimlerin tam da almayı beklediği ilhamdır?
Ne iyi geldi harika🌸
Tam da ihtiyacım olan zamanda, hayatın göz kırpışı sanırım bu yazı bana :)
Teşekkürler..
Mutlu günler 🌼