Kimse senden bunu yapmanı beklemiyor
‘‘Düşünsene, maaşlı işimi bırakıp bu yaşta sanatçı olsam, deli der herkes bana...’’
Bu cümleyi birkaç yıl önce, benden yaşça büyük ve her zerresinden sanat fışkıran bir çalışma arkadaşım söylemişti. Benim bakış açıma göre, kendisinin bir ofis ortamında çalışmayı seçmiş olması ilginçti, besbelli ortama uymayan, her yanı sanatla, yaratıcılıkla dolu biriydi ve klasik bir ofis çalışanı olmaktan çok uzaktı.
Fakat uzun yıllar bu şekilde çalışmış, başarı basamaklarını da en tepeye kadar tırmanmıştı.
Çok okuyan, çok açık görüşlü biriydi ve böyle bir cümleyi ondan duymak beni şaşırtmıştı. Biliyordum ki bugün böyle bir karar verse, iş hayatını bırakıp yarın kendini sanat hayatına adasa kimse onun delirdiğini falan düşünmeyecekti.
Fakat bu yaygın bir korku. Çoğumuz toplum tarafından sürekli gözetlendiğimiz, davranışlarımızın değerlendirildiği, durmadan denetlendiği ve sonraki hamlemizin heyecanla beklendiği yanılgısıyla yaşıyoruz. Oysa umurunda değil kimsenin, neden mi?
İnsan nerede duruyorsa kendini oranın kurallarıyla kuşatıyor
İçinde bulunduğumuz ortam, sessizce kültürünü bize enjekte ediyor ve bu sayede, bizim oradan biri olduğumuz yanılgısını hücrelerimize zerk ediyor.
İnsan kendini ofisteyken “bir ofis çalışanı”, evdeyken “ev hanımı”, spor salonundayken “spor yapan biri” olarak etiketliyor ve hemen beklentiler listesini döküyor ortaya.
Toplum baskısı değil, ortamın aurası, bize sinsice “Sen buraya aitsin ve dolayısıyla hayal ettiğin öbür yaşam formlarına yabancısın.” diye fısıldıyor. Bize verilen rollerin üniformalarını ruhen hemen giymeye gerektiğinden fazla gönüllüyüz.
Halbuki yok böyle bir sınır, insan sürekli bir tiyatroda oynuyor. Ofise girdiğin an ofisteki oluyorsun bakışınla, duruşunla, şikayetlerinle, konuştuğun konularla.
Oradan çıkıp kitapçıya girdiğin an sen bir anda “Merak eden bir ruh”sun. Bu sefer etraftan seni gözetlediğini düşündüğün gözlerin seninle ilgili önyargıları seni boğmak yerine heyecanlandırıyor: Meraklı, okuyan, entelektüel biri olarak görüldüğün için mutlusun. Görülmek istediğin gibi görüldüğün bir yerdesin.
Lakin tadını çıkardığın bu entelektüel imaj havası pek yakında sönüyor, bundan 30 dakika sonra evinin mutfağında, soğan kavurmaktasın. Her şey bir anda çok heyecansız ve sen de çok vasıfsızsın: Tek hissettiğin, gereken bir şeyi yaptığın, akşam yemeğini hazır ettiğin. Şimdi de kendini hayatta hiçbir tutkusu ve hedefi olmayıp sadece günlük işleri yapan biri gibi hissediyorsun, bomboş!
Oysa kimse sana bakmıyor
Tüm bunları, başkasının gözüyle kendine baktığında hissediyorsun. İçinde bulunduğun her rolü, ezberlediğin klişe algılarıyla kendine pompaladığında geliyor bu his. Bütün bu rollerin anlamlarını sen dayatıyorsun kendine.
Dolayısıyla, bu kendi kendine kalıplaştırdığın rollerden beklentilerini de yine en çok sen bekliyorsun kendinden.
Kimse senin yemek pişirirken “yemek pişiren sıkıcı birine”, kitap bakarken “kitaplara bakan entelektüel birine” dönüştüğünü düşünmüyor. Aslına bakarsan, kimse senin kim olduğunla ilgili bir yargıya varmak için sandığın kadar zaman ve efor sarf etmiyor. Daha ziyade, bir misafir gibi, senin onlara servis ettiğin yemeği yiyorlar, sorgulamadan.
Sen kendini “sıradan bir ofis çalışanı” gibi görüp öyle davrandığında, servis ettiğin yemek de, bıraktığın algı da bu oluyor. Giyiminden konuşmana, üzerine bir ben buraya aitim havası yapıştırıyorsun ve insanlara verdiğin imaj bu oluyor. Ama bu senin düşündüğün gibi ömürlük bir algı değil. İnsanlar o anki duruşunla, tavrınla, takındığın karakterle ilgileniyor.
Bir gün sonra bambaşka bir hayata başlasan mesela, o arkadaşımın dediği gibi, tam bir gün sonra eski hayatını tamamıyla geride bırakıp bir sanatçı olsan, o sabahtan itibaren sen “diğerleri”nin gözünde bir sanatçısın artık. Evet, tam olarak böyle oluyor çünkü kimse senin yolculuğun üzerinde sandığın kadar düşünmüyor. Öyleyse taşıdığın rolün sana göre olduğuna ikna edilmesi zor olan diğerleri değil, kendinsin.
Bu geçişlere kendini adapte etmek, kendine “sen sahiden de artık öyle değil, şöyle birisin” demek zor. En yargılayıcı öteki, kendimiziz. Başkalarının ne düşüneceği kaygısını hissettiğimiz her küçük ya da büyük olay için, kulağımıza bir küpe: Kimse senden bunu yapmanı beklemiyor.
Kimse standart biri gibi hareket etmeni beklemiyor. Kimse bir çılgınlık yapmanı da beklemiyor. Kimse sıkıcı olmanı, diğerleri gibi gözükmeni, uyum sağlamanı, dingin ya da enerjik olmanı beklemiyor. Bekleyen hep sensin, konfor alanına kanıp, olduğun ortamın kabuğuna saklanmak da, kabuğunu yırtıp bambaşka birine dönüşmek de senin, sadece senin seçimin.
Başkaları, onlara ne servis edersen ona tamam diyor.
O yüzden “Böyle yaparsam delirdiğimi düşünürler.” diye düşündüğün her an, cümleyi şununla değiştir: “Böyle yaparsam, kendimin delirdiğini düşünürüm, peki bu duyguyla nasıl başa çıkarım?” Evet, büyük bir değişiklikte başa çıkmamız gerekecek olan sandığımız gibi başkalarının tepkileri değil, kendi tepkimiz.
Yeni bir sen’e izin vermeye, yer açmaya, onu “Delirdin mi?” diye yaftalamadan içinden açacak yeni bir çiçeğe toprak olmaya hazır mısın?
“Memurdum, bodrum katında oturuyordum. Ev sahibi kiraya 50 lira zam yaptı, ‘N’olur artırmayın, ödeyemem’ dedim, oralı olmadı, ben de iki elimi göğe açtım; ‘Yarabbim, bu hayat böyle devam edemez. Sen yardım et bana’ diye dua ettim. Birkaç yere sanatçı olarak başvurdum; beğenmediler, bir gün çalıştırdılar, gönderdiler. Sonra baktım, Seyfi’yle bu işi beceremeyeceğim, Huysuz Virjin tipini yarattım. Hep duyuyorlardı ama Öztürk Serengil’in bir programına çıkınca böyle bir insanın varlığını gördüler. O olaydan sonra kısmetim açıldı: Fuarlar, gazinolar… Her gittiğim yerde şovum çok sevildi, sonra derken televizyon. Kanallar koşmaya başladı peşimden…''
Seyfi Dursunoğlu