Kuyumcudaki en parlak kolye senin boynuna yakışmayabilir
Özgün (Authentic) 2023’te Merriam-Webster sözlüğü tarafından yılın kelimesi seçildi. Buna, bloğunun ismini Özgün Yanını Kucakla koymuş biri olarak epey sevindim.
Sözlükte kelime şöyle tanımlanıyor;
Özgün, birkaç farklı anlam taşıyor;
· Sahte ya da imitasyon olmayan,
· Gerçek ile eş anlamlı,
· Birinin kişiliğine, ruhuna ve karakterine uygun olan
Sahip olmak istenen bir özellik olduğu aşikâr olan özgünlük, tanımlaması zor ve tartışmaya açık bir kavram, diyor sözlük.
Bu blogun adını seçmeme sebep olan şey, bir filmdi. İki yıl önce izlediğim A Star is Born filmi.
Filmden çok etkilenmiştim çünkü sunabildiği duygusal derinlik, karakterleri bu denli derinlemesine ve gerçek tasvir edip yansıtabilmesi sıra dışıydı.
Bunu nasıl başardığını araştırmaya başladığımdaysa, filmin yönetmeni Bradley Cooper’ın Oprah Winfrey’e tam da bu konuyu anlattığı bir programı izlerken buldum kendimi. Programda, filmle ilgili benim gibi düşünen kişilerin yorumlarından bahsediyorlardı ve Oprah, Brandley Cooper’a şunu sordu:
Sence bu filmin insanlara bu denli derin duygular yaşatmasının sırrı nedir?
Bradley Cooper’ın cevabı netti: Authenticity! (Özgünlük)
Benim için taşların yerine oturduğu bir andı ve blogumun o anda artık bir adı olduğunu biliyordum.
Hayatta en değer verdiğim şey, insanların özgün yollarının önce kendileri için berraklaşması, ardından da o özgün yolda yürüyecek cesarete kavuşmaları. Yazılarımı yazmamdaki tek bir amacı sorsanız bu cümleyle açıklarım.
Bu yol çok bariz gözükse de sürekli, ısrarla kaçırdığımız bir şey var:
Bize satılmaya çalışılan hazır mutluluk formüllerine karşı yeterince dirençli değiliz.
Üstelik bu mutluluk formüllerinin de çok sinsi bir yanı var; ne zaman kendi yolumuzdan gitmek için küçük bir adım atsak karşımıza çıkıp kafamızı karıştırıyorlar.
Geçtiğimiz yıl mentorluğunu yaptığım üniversite öğrencilerinden aldığım iki soru vardı:
-Ünlü x firmasından teklif aldım, bana hiç uygun bir yer değil biliyorum fakat böyle bir fırsat kaçırılmaz değil mi?
-Bana çalıştığım şirkette şöyle üst bir sorumluluk önerildi, istemiyorum ama bunu kabul etmezsem anlamsız olur değil mi?
Bu sorular hayatımız boyunca, özgünlükle ilgili irademizin en düşük olduğu anlarda karşımıza çıkıverirler. Tam kendi kılcal mutluluk damarımızı bulmuşken dev bir borazan kulağımıza dayanır:
Bak burada milyonların sevdiği – beğendiği – istediği bir fırsat var! Kaçıracak mısın?
Popüler ve genel geçer olana sırtımızı dönmek, üstelik bunu sırf bilinmeyenlerle dolu kendi özgün yolumuzda yürümek için yapmak büyük bir cesaret ve irade istiyor.
Bu noktada kırılıp, korkudan genel geçer yola sapmamız çok olası. Bunun sakıncası ise, içimizdeki o özgünlük için bağıran sesin ömür boyu hiç susmaması.
Sıkıcı bir rutine razı gelip riskleri eledik diye, içimizdeki özgün sesi öldürmeyi başarmış olmuyoruz. En iyi ihtimalle ağzını bantlamış, kollarını bağlamış oluyoruz; ta ki bir o kendini bu bant ve iplerden kurtarıp yeniden bağırmaya başlayıncaya kadar.
Ya hayatının kitabı seni çoksatanlar reyonunda beklemiyorsa?
Popüler olana bakmaya, ışığın geldiği yere dikkat etmeye meyilliyiz. Fakat genelde orada olmuyor reçetemiz. Aradığımız “o” kitap genelde en parlak köşedeki değil, sahaflarda unutulmuş bir raftaki oluyor.
Milyonların okuduğu değil, bizim gibi biri için yazılmış o tek kitabı bulmak için yolculuğumuz.
Aynı, parlak kolye örneği gibi.
Bazı şeyler tartışmasız derecede güzel, çekici ve cazipler. Fakat onların bizimle etkileşime girdiğinde ne hale geldiğine bakmak gerekiyor. Kuyumcudaki en parlak kolye, eğer bizim özgün yolumuzda bizi parlatacak o kolye değilse, sanki biz takınca ışığı sönüveriyor.
Çok cazip bir iş, biz istemeyerek girişince birden sanki cazibesini ve renklerini kaybediyor.
Bir seçim yaparken özgünlüğü ilk sırada tutmanın kritik önemi burada:
En şahane gözüken seçeneği değil, bizimle etkileşime girdiğinde zirve yapacak olanı seçmemiz gerekiyor. Yani içine hayat üfleyebileceğimiz, canı gönülden ruhuna ruh katabileceğimiz o seçeneği.
Özgünlük zor, özgünlük belki biraz da ütopik. Fakat küçük adımlarla ipin ucunu çekmeye başladığınızda hayatınıza otomatik olarak katılmaya başlıyor.
İçimizdeki sesin hayır dediği, dış dünyaya reddetmenin delilik gibi gözüktüğü fırsatlarla karşılaşınca, özgünlük testi yapmak gerekiyor:
Bu kolye evet çok parlak, fakat benim boynuma yakışacak mı? Ben onu mutlulukla taşıyacak mıyım? Yoksa benim en sevdiğim şey sade bir zincir mi?
Özgünlük bumerang gibi, arada bir onu bastırıp yok saydığımızı sansak da bazen bir filmle, bazen bir olayla dirilip kendini hatırlatıyor. Ömür boyu yerinde uslu oturmasını bir türlü sağlayamadığımız bir öğrenci gibi; fakat durmadan kendini göstermesinin haklı bir sebebi var: Sonunda ancak onunla uyumlandığınızda taşlar yerine oturuyor.
Bu yüzden, yeni yıla girerken bir karar listeniz varsa, ona özgünlük testi yapmanızı öneriyorum:
Bu kararlar, dışarıdan parlak gözüktüğü, çoğunluk öyle dediği için mi oradalar?
Yoksa sizin özgünlüğünüze giden dar yolda gerçek eşlikçiler oldukları için mi?
Ve son olarak, özgünlük illa, bir sanatçı olmanız, sıra dışı bir yaşam seçmeniz, bambaşka bir ülkeye taşınmanız ya da evi boyayacağınız tuvallerle kaplamanız demek değil.
Kutup yıldızınız samimiyetken, samimi bir kültüre sahip olmayan bir şirkette çalışmayı -sunduğu diğer olanaklara karşın- seçmemek demek.
En çok istediğiniz çocuğunuzla ve evle ilgilenerek bol bol zaman geçirmekken, ev hanımı olmak çevrenizde takdir edilmediğinden istemeye istemeye çalışmaya devam etmemek demek.
Uzun sohbetler enerjinizi tüketirken, ayıp olmasın diye filtrelemeden, sınır koymadan herkesi dinleyip kendinizi yok saydığınız bir yıl daha geçirmemek demek.
Kendi kolyenizi bulduğunuzda, samanlık seyran oluyor.
Bunu zor yoldan deneyimlemiş biri olarak biliyorum.
Steven Pressfield’ın Yaratma Savaşı’nda bahsettiği “direnç”i uzun yıllar yaşamış biri olarak, sonunda özgün yanına yol açmanın ne demek olduğunu ilk elden deneyimliyorum. Geçtiğimiz yıl benim için kelimelerimi paylaşmakta çekingen davranmadığım, özgün yolumdan, henüz yolun kenarında pek tezahüratçı yokken ve ne olacağı hiç beli değilken yürümeyi seçtiğim bir yıl oldu. İyi ki de öyle olmuş, çünkü bir kez o yola girince insan, kendini kendine ait olmayan yollarda, hiç ilgisini çekmeyen parlak şeylerin peşinden koşarak ne kadar boşuna zaman harcadığını anlıyor.
İşte bu yüzden, en parlak kolyeyi değil, siz taktığınızda en çok parıldayacak kolyenin peşinden gidin.
Nedir o?
Birkaç ek not
İlk imza günümün tarihi açıklandı!
İmza günü ne zaman? sorusunu kitap çıktığından beri o kadar çok aldım ki, bu soruyu soranların kaçıyla ilk imza gününde buluşabileceğiz merak içindeyim. Sonunda tarih ve yerimiz belli oldu. 27 Ocak’ta, yıllarca kaldırımlarını “Ah ben de bir kitap yazsam” hayaliyle arşınladığım mahallemde, Bağdat Caddesi – Suadiye Penguen’de buluşuyoruz.
Kitap imzalamaya ek olarak, bir de söyleşi yapacağız. Üstelik söyleşide bana networking üstadı sevgili dostum Erdal Uzunoğlu eşlik edecek.
İçedönük dostu bir etkinlik olacak, isteyenin kendi halinde takıldığı, etkileşimli bir söyleşiye zorlanmadığı, bizlere göre bir ortam!
Umarım gelirsiniz ve tanışırız. Söyleşide konuşulmasını istediğiniz konular varsa, bunları şimdiden iletebilirsiniz. Yakında Instagram’da bu konuyla ilgili bir soru-cevap bölümü açacağım, fakat siz tabii direkt gozdeattila@gmail.com’a yazabilirsiniz - her zaman olduğu gibi.
Serdar Kuzuloğlu, Afferdersiniz İçedönük’ü yorumladı
23 yaşında, blog yazmaya yeni başladığım dönemde, bir akşam Twitter’ı açıp gözlerimi fal taşı gibi açtıran bir şey gördüm: Serdar Kuzuloğlu bir yazımı beğenip paylaşmıştı!
Çok heyecanlanmıştım çünkü iç dünyasında yaşayan, başarı için gidilmesi gereken yolları çok yorucu bulan ve bu yüzden dilek dilemeyi seçmekle yetinen biri olarak; bu hareketin benim yazı kariyerimin dönüştürücüsü olabileceğini düşünmüştüm. Bendeki ışığı görmüştü!
Oysa tabii işler böyle ilerlemedi, ben bir yazıp bir yazmayarak; bir kâğıt kaleme gömülüp, bir iş yoğunlaştığında “Hayır çalışırken yazar olunmaz!” diyerek kendi çelmemi güzelce takarak uzun süre kendi yolumu tıkamayı başardım. Serdar Kuzuloğlu da bana bir telefon açıp ey güzel kızım neden yazmaya devam etmiyorsun? Ne de güzel yazıyordun, hadi bu işi düzgünce, düzenli yap, demedi. Büyük ihmal!
Fakat o Serdar Kuzuloğlu yorumu hep kutup yıldızım oldu; yazdığımın sevdiğim ve başarılı olduğu son derece aşikâr bir gazeteci tarafından övülmesi, bende potansiyel olduğuna dair dünyevi bir kanıttı.
Kendisine kitabım Affedersiniz İçedönük’ü gönderirken, böyle bir notla gönderdim, çünkü tabii ki içeride, kendi içimde, “ev”imde yaşadığım bu duyguyu onun da bilmesi gerekiyordu.
Dün, el yazımla ve tabii her zamanki gibi düzgün kesemediğim bir kartona yazdığım notumla birlikte, Affedersiniz İçedönük için muhteşem bir yorum yayınladı Serdar Kuzuloğlu. Düşünün ki, bir tweetin motivasyonuyla on beş yıl idare etmiş bir insan, böyle bir yorumdan sonra neler yazmaz! Korkun üretkenliğimden:)