Neyin abur cuburunu yiyerek doymaya çalışıyorsun?
O hissi bilirsiniz. Kurt gibi acıkmışsınızdır. Aslında sağlam ve doyurucu, besin değeri yüksek bir yemek yemek istiyorsunuzdur. Ama bir sebeple, o an elinizin altında bulunan abur cuburla doymaya çalışırsınız. Biraz bisküvi, biraz cips atarsınız ağzınıza.
Biraz önceki o çılgın açlık hissi artık bastırılmıştır, ama şunu derinden ve çok iyi bilirsiniz: Bu gerçek bir doyum değildir. Kısa süre sonra karnınız yeniden acıkacak, eğer acıkmayacak kadar fazla abur cubur yediyseniz bile, bir türlü o hayal ettiğiniz ‘doydum’ hissi gelmeyecektir. Abur cubur o acil açlık hissini almıştır, fakat doyurmamıştır da.
Keşke sadece yemek ve acıkmak oyununda yapsak bunu kendimize, ama fark etmeden hayatın birçok alanında yapıyoruz. Tüm varlığımızla, her hücremizle, potansiyelimizin maksimumuyla var olmak istediğimiz yerlerde, bir sebeple, tırnağımızın ucu kadar var oluyoruz. Kendimizi göstermek, maksimum gücümüzle çalışmak istediğimiz bir işte, bize verilen kadarını yapıp kenara çekiliyoruz. İçimizdeki her parça kendini sanata bulamak isterken, ayda bir kez tiyatroya gidip, tam gerçek evimize yeniden gelmiş gibi hissederken oyun bitince yeniden ‘normal’ hayatımıza dönüyoruz.
Sohbetine bayıldığımız insanlara, ‘Sohbetine bayılıyorum keşke seni daha çok görsem!’ demek yerine kibarca ‘Çok güzel bir gün oldu yine yapalım.’ diye mesaj gönderip, aylarca birbirimizden haber bekliyoruz.
Bunları yapmamızın sebebi genellikle tutkularımızın garip gözükeceğinden, hayatımızı değiştireceğinden veya dengemizi bozacağından korkmamız.
Çünkü tutkularımızın peşinden giderken, tutkulu olmadığımız anlardaki kadar aklıselim davranmama riskimiz olduğunu biliyoruz. Böylece, mantık çerçevesinde davranabileceğimiz konfor alanımızın sınırları içinde kalmaya alışıyor ve neredeyse, acıktığımızda çerezle doymayı otomatik hale getiriyoruz.
Ruhun çılgınca sanata bulanmak mı istiyor? Bir konsere git.
Biriyle sohbet çok hoşuna mı gitti? Bir kahve iç.
Sonra normal hayata dön. Çünkü olgun ve aklıselim biri olmak bunları gerektirir: İçimizden bağıran açlıkları makul ve küçük lokmalarla doyurmuş gibi yapmayı; o koca doyurucu yemeği yemeden de doymuş gibi hissetmeyi kabullenmeyi.
Yıl 2009. İçimden geçen tek bir büyük hayal var. Bir yazı evi tutmak istiyorum. Oraya kendimi kapatıp kapatıp yazmak istiyorum. Böyle bir maddi imkânım yok, yakınında bile değilim. Ama ruhum çığlıklar atıyor, içimden tek bir şey bağırıp duruyor, ‘Yazmalısın, yazmalısın, yazmalısın!’.
Bir blog açıyorum, arada bir yazı yazıyorum ama sık sık kendime hatırlatıyorum: Sen bir yetişkinsin, işin gücün var, para kazanman lazım. Bu çocuksu hayallere çok zaman ayırma.
Blogu bir açıyor, bir kapıyorum. Bir yazıyor, bir yazmıyorum. Yazdığımda hiç ummadığım önemli insanlardan önemli tepkiler geliyor. Yazmalısın, diyorlar. Bizim için yazar mısın? Seninle tanışabilir miyiz? çok kuvvetli bir kalemin var! O zaman kalbimin teli sızlıyor, resmen benim âşık olduğum bir şey var, o da bana aşık ama kavuşamıyoruz. Çünkü yetişkinler dünyasındayız ve hayatın gerçekleri önce gelmeli.
Bir gün, iş yerinde çok zorlandığım bir günün ertesi sabahı erken saatte o gün için izin istiyorum, alıyorum. Kapatıyorum telefonu, bilgisayarımı alıp ilk vapurla Büyükada’ya gidiyorum. Vapurda giderken, her hücremle, kendime, evime doğru yolculuk yaptığımı biliyorum. Birazdan yazılarım ve ben buluşacağız ve yine zamanın nasıl aktığını, saatin kaç olduğunu, kendi varlığımı dahi unutacağım bir trans haline geçeceğim. Aynı iki aşığın buluşması gibi. Ben de o gün işten izin alıp gizli aşkımla buluşmaya gidiyorum.
Adaya varınca, koşa koşa kafeye gidip bulduğum en kuytu köşeye bilgisayarımı yerleştiriyorum. Yazmaya başlıyorum. O an, trans hali başlıyor. İşte sonunda, aylardır çok acıktığım bir şeye, en sağlam proteinlerle, en organik sebzelerle doyar gibiyim. Vücudum sanki durmadan bana teşekkür ediyor. Öyle evde kaçamak yarım saat, işin öğle arasında bir 15 dakika yazmak yani abur cuburları ağzıma tıkıştırmak değil o gün yaptığım. Kendimi yazı kazanının içine atıyorum. O gün benim için unutamadığım günlerden biridir. (İçedönükler bilir, en unutulmaz bazı anılarımız kendimizle baş başa olduğumuz günlerdir.) O gün durmadan yazıyor, yazdıkça çiçek açıyor, yazdıkça her bir santimimle doyuyorum. O gün beni, sadece sonraki saatler değil, günler değil, haftalar değil, aylar boyunca beslemeye devam ediyor. Adadan sanki koluma gerçek besinlerle dolu ve beni uzun süre besleyecek bir serum bağlatmışım gibi ayrılıyorum.
O günden beri çok iyi biliyorum: Acıktığın bir şey varsa, ona gerçekten doymak için abur cuburların faydası yok. Kendini daldırmadıkça, öyle bir kapıdan bakıp çıktıkça o içindeki açlık doymuyor.
Size soru:
Aslında şöyle layıkıyla bir tam gün ayırsanız zevkten bayılacak gibi olacağınız hangi konuya, belki toplumsal olarak uygun olmadığı için, belki işinizin izin vermeyeceğini düşündüğünüz için, belki kendinize bile garip görüneceğiniz için ayda 15 dakika ayırıp bununla yetinmeye çalışıyorsunuz?
Ben bu döngüyü iki yıl önce kırmaya başladım ve kendime yazmak için hayatımda çok sağlam bir alan açtım. Kendi başıma geçirdiğim bir hafta oldu ve bu haftanın sonunda kendime dev bir itiraf bıraktım: Ben tıpkı çok küçükken olduğu gibi, en çok yazmak istiyorum; bu geçtiğimiz 20 yıl da böyleydi, sonraki 20 yıl da böyle olacak. Öyleyse daha ne kadar kaçak oynayacağım? Daha ne kadar bahane bulacağım? Ve kendime bir cümlelik bir söz verdim: Bu sene (çünkü bu olduğunda tam da yıl bitiyordu) adamakıllı yazacağım. Öyle kaçak göçek değil, ‘aman bizimki de hobi hihihi’ demeden. Kendimi durmadan küçümsemeden. Sahiden, acıktığımı en sağlam biçimde doyuracak kadar yazacağım. İki ayda bir ağzıma bir küçük mısır patlağı atarak kendimi sahte sahte doyurmaya çalışmayacağım.
Ve bu kararla benim hayatım değişti. İşten ayrılmadım, ailemi ihmal eden berbat bir eşe-anneye dönüşmedim, ama kendime çok sıkı bir söz verdim: Yazmayı hayatımın baş köşesine koyacağım. Bir anlamda, o gün benim yıllardır öylesine görüştüğüm, sürekli bir vaat vermekten kaçındığım yazılarıma sonunda evlenme teklif ettiğim gündü. Şaşırmış ve sevinmiş olmalılar zira eminim benim kendileriyle evlenmeyeceğime neredeyse emindiler ve belki biraz daha onlarla ilgilenmesem, niyeti ciddi olan başka bir yazara kaçacaklar, ilham perilerini de ona devredeceklerdi. İyi ki öyle olmadı.
Kıssadan hisse: Ruhunuzun en derininden acıktığınız bir tutku / bir iş / bir hobi / yaratıcı bir alan / bir kişi / sohbet / yer / ya da herhangi bir şey varsa, onu ancak ve ancak en kaliteli yiyeceklerle doyuracak şekilde hayatınızda yer açmak sizin sorumluluğunuzda. Kötü haber, bunu yapmadığınız sürece abur cuburlarla ‘eh biraz doydum’ diyeceksiniz, açlığınız hiç dinmeyecek, acıkma haliniz hep size kendini hatırlatacak. Öyleyse soru;
Neye cesurca, ertelemeden, öylesinde, özensizce yarı-doyumlarla tatmin etmek yerine hayatınızda gerçek, sağlam bir yer açabilirsiniz?
Rüyamda kitap imzalıyordum*
İmza gününün kısa video klibini buradan izleyebilirsiniz.
Yıllar önce, Nil Karaibrahimgil kendi düğününü, Hürriyet’teki köşesinde ‘Rüyamda evleniyordum’ *başlığıyla yayınlamıştı. Çok etkilenmiştim bu başlıktan, çünkü hayallerim gerçek oldu, ya da, ancak rüyada gerçek olur diye düşündüğüm bir şey başıma geldi, demenin müthiş bir yoluydu.
Aynı yazıdan Nil’in aklıma kazınmış bir cümlesi daha var: “Sanki, zaten elimi hiç bırakmamış bir sevgiliyi, hırkamın içine sokmuşum gibi...”
İşte ben de geçtiğimiz Cumartesi, hayatımın ilk imza gününde tam olarak böyle hissettim. Kendi rüyamın içinde, kendi çeyrek asırlık hayallerimin gerçekleşme senaryosunu oynayan bir başrol oyuncusu gibiydim.
Sahiden, siz imza gününe ne güzel geldiniz! Yaklaşık 150 kişi olmuşuz o gün, bu nasıl bir rakam. En yakın arkadaşlarıma günler önce hep dedim, ‘Sadece siz olabilirsiniz, olsun biz de sohbet ederiz.’ Sonra karşımda o kalabalığı görünce, gözlerimi bir an kapatıp sadece şunu diyebildim: ‘İyi ki Erdal var!’ Evet bunu dedim çünkü o söyleşide bana eşlik eden değerli Erdal Uzunoğlu olmasa, biz o masada yan yana oturmasak, o konuşmayı başlatıp bana sorular sormasa, sadece benim kitabım için orada olan o kalabalığa ne diyeceğim paniği kulaklarımdan fışkırabilirdi.
Bir özel teşekkürüm var, o da bu blog okuyucularından imza gününe gelen herkese.
Yanıma gelip en sevdiğiniz makalelerden, bloğu ta en başından beri takip ettiğinizden bahsettiniz. Hatta iki haftadır yazmamama sitem ettiniz, ama aynı zamanda da kitabın tanıtımıyla yazıların bir araya gelmesi sebebiyle olduğunu tahmin ettiğinizi söyleyip incelik gösterdiniz.
Kitaptan altını çizdiği yerleri gösterenler, kitabı bir sürü postitle okuyanlar, kitabı İstanbul’dan İngiltere’ye, Avusturya’ya, Almanya’ya, İspanya’ya götürmek için imzalatanlar, hatta yurtdışından kitabı teslim alacak sevgili Gamze Hanım ile kitabı imzalarken görüntülü görüşmemiz…
Sorularınız, sohbetiniz, sarılmalarınız, hediyeler getirmeniz, hikayelerinizi paylaşmanız, hepsi inanılmazdı. Yani acıkma ve doyma metaforuyla anlatmak gerekirse geçen Cumartesi sanıyorum ki ruhuma bin porsiyon İskender ısmarladınız. Teşekkür ederim. Hem çok mutlu oluyor, hem hala inanamıyor, hem de artık bir yazar olmaya alışmaya başlıyorum.
Geçtiğimiz günlerde çıktığım televizyon programında, canlı yayından biraz önce yanıma kanaldan biri gelip, ‘Gözde hanım, ünvanınızı ne olarak yazmamızı istersiniz, Psikolog, Pazarlama Profesyoneli, Yazar?, hangileri?’ diye sorduğunda sanki yüz yıldır bu böyleymiş gibi, ‘Yazar tabii… Sadece, “yazar”.’ Diye yanıtladım. Bu yanıt ağzımdan çıkarken içimdeki çocuk beni dürttü. Sahi ben bunu ne zaman kanıksadım?
Bana yaşattığınız o muhteşem gün gibi günlere varmak için, hayallerinizin kapısını dirayetle aralamanızı ve kendinizi var gücünüzle hayallerinize doğru ittirmenizi diliyorum.
Birkaç not;
*Tekrar imza günü olacak, daha uzun sohbetlisini istediğinizi çok iyi anladım, dinledim, duydum, mesajlarınızı da aldım. Öyle olacak. Bu kez sohbete oturacağız, imza işin çeşnisi olacak.
*İmza günü için özel olarak hazırlattığım rozetleri, söyleşide söz alanlara hediye edecektik. Herkes odayı terk ettiğinde Erdal’a bakıp ‘aaaa bak neyi unuttuk!’ dedim, çünkü zaten bu kurguyu Erdal’a anlatmayı da unutmuştum. Heyecan ve acemilik diyelim Rozetleri saklıyorum üstelik başka Affedersiniz İçedönük eşyalarımız da olacak, hepsini çeşitli vesilelerle sizlerle buluşturacağım.
Bir de özel teşekkürüm var, alfabetik sırayla :) Deniz, Gökçe, Hande, Merve, Selin, Zeynep’e. Bu 6 kişi, 20 küsür yıldır hayatımın en önemli anlarında her zaman koşa koşa yanımda oldu, tüm varlığıyla, müthiş enerjileriyle, yerini başka hiçbir şeyin tutmayacağı sevgileriyle doğmamış kardeşim oldular. O gün onları gördüğüm an içmi kaplayan güven ve minnettarlık duygusunu tarif etmem imkânsız. İyi ki varsınız kızlar, varlığınız hediyedir.
Güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle!