Normalleşeni linç etmeden önce...
Depremin birinci ayına yaklaşıyoruz. Bu bir ayı hiç yaşadık mı, hiçbirimiz farkında değiliz. Üzerimizden çok ağır bir şekilde, çok ağır kalıntılar bırakarak geçti. Böyle büyük bir felaketin ardından bir anda kendimize gelmeyi beklemek gerçekdışı olur ama, kimselere söylemeseniz de azıcık daha iyi değil misiniz?
Kimselere söylemezsiniz çünkü, siz de kendinizi bu durumda en olmayacak aktiviteleri yaparak, belki azıcık gülerek, belki biraz kafayı dağıtarak iyileşmeye çalışır halde bulduysanız, linçe açık halde olduğunuzu biliyorsunuzdur, belki de çoktan topa tutulmuşsunuzdur.
Geçen hafta bana ‘‘Nasılsın?’’ diye soran birine, 6 Şubat’tan beri ilk kez ağzımdan otopilotta bir cevap çıktı ve ‘‘İyiyim, sen nasılsın?’’ diye cevap veriverdim. ‘‘Ben iyi değilim, uzun süre de iyi olmayı düşünmüyorum.’’ diye yapıştırdı cevabı.
Karıştırdığımız bir şey var. Her şeyden önce bu bir ‘’Kimin kalbi daha kırık ve kim en çok acı çekiyor?’’ yarışması değil. Ama daha önemlisi, kötü hissetmek, çözüm olmayı umduğunuz tüm sorunlara ancak köstek olmanıza sebep olacaktır.
Bu dönem mutlaka sizin de bir noktada yiyeceğiniz linçler üzerinden kısa bir hatırlatma:
Linç Bir: ‘’İyi hissedenler bizden değildir’’
İyi hissetmek, deprem ve getirdiği yıkıma kayıtsız olmak, dayanışmadan çekilmek, depremi yaşayanlara karşı nankörlük, vurdumduymazlık demek değil. Aksine, sağlıklı bir akılla, tamir edilmiş bir kalple en iyi şekilde destek olabilmenin de ön koşulu.
En büyük yardımı ancak daima berbat bir ruh halindeysek yapabileceğimiz varsayımı, dramatik kültürümüzün şehir efsanesi. Kendimize iyi gelmeden, uzun vadede başkalarına iyi gelmemiz mümkün değil. İşte bu yüzden iyi hissetmeye başlamak, iyi hissettirecek bir şeyler yapabilecek güce kavuşmamızın da ön koşulu. En güzel açıklaması Engin Gençtan’ın şu satırlarında:
Başkalarına karşı sorumluluklarımız olduğu kaçınılmaz bir gerçek olmakla birlikte, bazen bunu kendimize karşı sorumluluklarımızı görmezden gelmek için kullanmak da sorumsuzluktur.
‘’Önce kendine, sonra başkalarına’’ ilkesi ilk bakışta bencilce bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, bir insan ancak kendisine verebildiğinde diğer insanlara da gerçek anlamda verecek şeyi olur.
Engin Gençtan, İnsan Olmak
Linç iki: ‘’Öfkemiz hiç dinmesin.’’
Bu çok duyduğumuz niyetin arkasındaki iyi niyetli varsayım, öfkenin, konuyla iligli gelecekte alacağımız aksiyonların en önemli yakıtı olduğu. Bunu dileyen kişi aslında, ‘’Öfkemiz hiç dinmesin çünkü, ancak bu öfke duygusu sıcakken aksiyona geçeriz.’’ demek istiyor. Halbuki hepimiz biliyoruz ki planlı, kararlı, aklıselim aksiyonlara ihtiyacımız var, anlık ilhamla ani olarak alınan tek seferlik aksiyonlara değil. Bunun da yakıtı öfkeyi korumak değil, öfkeye rağmen sükuneti korumak.
Trafikte bile birbirine tahammülü kalmayan, market sırasında kavga eden, aşırı hassas bir topluluğuz son birkaç haftadır. (Öncesinde en azından bu kadar olmadığımızı var sayarak.) Hepimiz için çok zor bir dönem olduğundan bu çok normal ama, bu hali mi korumak isteriz? Önümüzdeki hedefe, geri geri yürüyerek ulaşmaya çalışmaya benzemez mi bu?
Bu felaket sizin içinizdeki hangi amacı, isteği, aksiyonu, değişimi tetiklediyse emin olun ki ihtiyacınız olan yakıt öfke değil, mantıklı düşünerek hareket etmektir. Öfkenin görevi, onu hissettiğiniz ilk anda tamamlandı çünkü ‘Neden?’inizi verdi size.
Devam sürecinde ise ‘hissetmek’ten ‘yapma’ya geçmeniz gerekiyor. Birilerinin veya en çok kendinizin bu ‘neden’ konusundaki kahramanı olacaksanız, bunu hissettikleriniz değil yaptıklarınız belirleyecek.
Kim olduğunuzu bilmek ister misiniz? Sormayın. Aksiyona geçin! Aksiyonlarınız sizi tasvir edecek ve tanımlayacaktır.
Thomas Jefferson
Linç üç: Normalleşmek için daha çok erken!
Normalleşmeyi herkes kendi değerlerine göre tanımlıyor.
Benim için ‘’normalleşmek’’, evde haberlerden uzak sakin birkaç saat geçirmek, arkadaşlarla buluşup sohbet etmek, bir aile oyunu oynamak, uzun bir yürüyüş yapmak.
Benim için normalleşmek, birlikte çalıştığım birinden en üst performansta iş beklemek, herkese bana iyi gelen şeylerin iyi gelmesini beklemek, bana göre ‘yersiz bir eğlence’ olduğu için başkasının normalleşmesini yargılamak değil.
Normalleştiği ithamıyla birilerine kızanlar kızıyorlar, çünkü ‘‘normalleşiyorlar’’ diye suçladıkları grubun değerleri, kendi değerleriyle çelişiyor.
Kızıyorlar çünkü normalleşenler, onların gözünde çok önemsiz olan şeyleri yapmaya başladılar. Bazılarına göre arkadaşlarıyla buluşup sohbet ederek normalleşenler hatalı, bazılarına göre işte çok çalışmaya dönenler yanlış yapıyor.
Aslında herkes sadece büyük bir felaketin getirdiği duygular sonrasi kalibre olmaya çalışıyor. Dengesini biraz olsun bulmasını sağlayacak olan her neyse onu yapıyor. Bunu kendisi ‘’için’’ ve dolayısıyla çevresindekiler için yapıyor. Kimseye ‘’karşı’’ yapmıyor.
Normalleşmek, kendi dengemizi yeniden bulabilmek için eski rutinlerimizden bazılarına geri dönmekse bu gayet normal ve kimse kimseyi normalleşti diye yargılamamalı.
Bundan tam 10 yıl önce, koçluk eğitimi aldığım okulun sahibi, ‘‘Herkes koç olmak istiyor ama koçluk almak isteyen yok.’’ demişti. Yani durum orada olduğu gibi bu konuda da aşağıdaki karikatürdeki gibi:
İş başkalarının duygularını, davranışlarını denetlemeye gelince kendi ütopyamızı dayatmakta harikayız da; uygulamaya gelince kendimiz daha ilk maddede tökezliyoruz.
Bu olaylar size dünyaya nasıl bir katkı sağlamak ya da nasıl bir fark yaratmak için ilham verdiyse, öfkesi dinenle, üzüntüsü azalanla, normalleşenle uğraşmaktan çok daha iyi bir eylem planına ihtiyaç duyacağınız kesin.
Birbirimizi yargılamamızın yapmamız gereken son şey olması gerek bu günlerde. Son söz, Sting’den gelsin:
Belki de bu son yaşananlar, kızgın bir yıldızın altında doğan bizlere,
Hiçbir şeyin kaynağını şiddetten almadığını ve alamayacağını kanıtlamak
Ve ne kadar kırılgan olduğumuzu bize hatırlatmak içindi.
Sting / Fragile