Özgün yanın, profesyonel yakıtındır
Hobilerini iş yerinden gizleyenler için farklı bir bakış açısı
Dün beyaz yaka olarak çalışan profesyonellerin, profesyonel hayatları dışında yaptıklarını anlattıkları bir serinin ilk bölümüne denk geldim: Mesai Dışı. Konsept bana umut verdi, çünkü böyle şeyler genelde kapalı kapılar ardında konuşulur.
Profesyonel olarak yaptığım işin yanında yazı yazdığımı gören – öğrenen birçok kişi, kendi “itiraf”larıyla gelir: Ben de resim yapıyorum, ben de şarkı söylüyorum, ben de her hafta sonumu şu sporla ilgilenerek geçiriyorum… Fakat bunlar hep “gayri resmî” sohbetlerin konusudur. Sanki yarı ayıp, yarı gizli gibi anlatılır. Yani en azından, profesyonel hayatı “ciddi ve sadece kendisine konsantre olunması gereken” bir “hayat tarzı” olarak öğrenmiş olanlar için.
Hobisini takma isimle hayata geçirenler, sanatsal yanını herkesten gizleyenler, eğer “ikncil uğraşı” bir şekilde yakalanırsa “Yani pek vakit ayıramıyorum aslında, öyle ayda yılda bir resim yaparım…” diye onu önemsizleştirme çabasına girişenler. Hepsi aynı inançtalar: İşinde gücünde bir insanın ikincil uğraşı öyle çok da göz önünde olamaz.
Pasif bir zevkse severiz, aktif bir işse bizden uzak olsun
Aslında bu altı çok boş bir ön yargı değil. Bir iş görüşmesinde bana, “Yalnız siz çok yazıp çiziyor ve konuşmalar yapıyorsunuz, bu yanınızı bırakmanızı isteriz.” dendiğini duymuşluğum var. Çünkü kendini ifade eden, özgün yanını ortaya koyan biri, kalıpların dışına çıkma riski taşır. Neden şirketimde çalışacak sessiz, her köşesini törpülemeye razı gelmiş ve hayatının merkezine yaptığı profesyonel işin gerekliliklerini koymuş biri varken, kendini ifade etmeyi tercih eden birini alıp risk alayım?
Burada bir çeşiki var. Eskiden CV’lerde yazılı olarak bile yer alan, bazen hala iş görüşmelerinde sorulan “Hobileriniz” konusu. The Muse’da yayımlanan bir makale, tıpkı benzer yüzlercesi gibi, iş görüşmesinde hobileriniz sorulduğunda nasıl “stratejik” bir cevap vermeniz gerektiğiyle ilgili tavsiyeler veriyor: Takım çalışmasının ön planda olduğu bir işse, bir takım sporundan örnek verin. Yaratıcılığın ön planda olduğu bir işse, kısa hikayeler yazma hobinizden bahsedin. Yani ne yapın yapın, bu soruya safça, hakikaten yapmayı sevdiğiniz bir yan uğraşla değil, iş tanımınıza destek olacak bir “hobi” ile cevap verin. Konuyla ilgili birçok kaynak, “Hobim yok” demekten de kaçının diyor, mutlaka anlatacak bir hobiniz, boş zamanınızda yaptığınız, sevdiğiniz bir şeyi söyleyin. Ama ne olur yeterince iş tanımınıza destek olacak bir şey olsun.
Halbuki hobini ne kadar ciddiye alırsan, işini o kadar ciddiye alırsın
Klişe bir bakış açısıyla, boş zamanında, herhangi bir iddiası olmadan, pasifçe bir uğraşla ilgilenen biri, çalışan olarak “tatlı” bir imaj çiziyor. Profesyonel ortamlarda sevilen, tehlikeli görülmeyen bir hobinin tanımı, genellikle kendine pek güvenmediğin, kenarından iliştiğin, kesinlikle iddiasız olduğun bir ilgi alanı. Yani “Aman ben de çiziyorum ama işte öyle kendimce karalamalar…” dediğinde, ya da “Bir şeyler yazıyorum ama öyle bir yazarım bir yazmam, günlük yazmak gibi benimkisi…” diye hobini önemsizce anlattığında, tehlikesizsin.
Fakat ya hobini işin kadar ciddiye almış ve o kulvarda da sağlam adımlarla yürüyorsan? İşte aslında, asıl sevilip sayılması gereken yer tam burası, çünkü öncelikle, boş zamanını ikinci bir konuya profesyonel hayattaki kadar efor sarf ederek geçiren birinin, hayata yaklaşımı, çalışkanlığı, merakı ve iştahıyla ilgili ortada açık bir kanıt var. İşi bile olmayan, kimsenin ondan bir şey beklemediği bir konuda yan bir iş olarak gaza basan birinin, sürekli kazandığı ikincil ve çok kıymetli deneyimler var.
Özgün yanını kucaklayan, özgün bir başarıya da kucak açar
Hobi konusu, özgün yanını kucaklamanın önemli bir kısmı, ama tamamı değil. Bu “profesyonel gözükmek için özgün yanını törpüleme” hamleleri, eğer kendimize empoze ettiğimiz böyle bir inanç varsa, gereksiz yerde gülmemekten, duyguları işyerine hiç taşımamaktan, zorlandığında insani yanını göstermemeye kadar birçok yerde kendini gösteriyor. Oysa hepimizin kendine özgü bambaşka renkleri var ve onları “uygun” görünmek adına sımsıkı kapadığımız bir sandığa sakladığımızda, yavaş yavaş “hiç kimse” olmaya gidiyor yol, ve kendimizden uzaklaşmaya, dünyaya gösterdiğimiz kendimize uzaklaşmaya başlıyoruz.
Hayran olduğumuz kişilere baktığımızda, özgünlüklerini nasıl profesyonel kimliklerini hiç zedelemeden, madalya gibi boyunlarında taşıdıklarını görüyoruz. Peki öyleyse neden o biz olamıyoruz, neden konu bize gelince özgün yerine uygun olmaya çabalıyoruz? Konu, şu yazıda açıklandığı ve benim de yazının başındaki örnekte bahsettiğim gibi sadece “şirket kültürünün bu konuda güven vermesi” değil. Konu bizim kendi adımıza, özgünlüğün uygunluktan daha değerli olduğunu içselleştirmeye başlamamızın gerekmesi. Herkesin özgün yanını ortaya koymaya gönüllü olduğu, kendi renklerinden çekinmediği bir ortamda, bir anda diyaloglardan işlere, düşüncelerden tartışmalara her şey daha gerçek, daha canlı olmaya başlıyor. Ve kendini geri çekmek yerine ortaya koymaya gönüllü olanlardan oluşan bir topluluk, herkesin birbirine uygun görünmek için çabaladığı bir topluluğa göre çok daha sıra dışı başarılar yakalayabiliyor. Tam da bu nedenle özgün olmak, ikincil işini ya da çok ciddiye aldığın işini madalya gibi göğsünde taşımanın bir cesaret olmaktan çıkıp, kutlanacak bir meziyet olmaya dönüşmesi gerekiyor.
Yazıya başlarken bahsettiğim Mesai Dışı’nı ve bunun gibi yayınları bu yüzden çok önemli buluyorum. Kendinle ilgili olanı dışarı vurmanın kapalı kapılar ardında gerçekleştiği, sadece cool gözüken, takım çalışmasına uygunluğu vurgulayan hobilerin laf olsun diye ortamlarda anlatıldığı bir çağdan, özgünlüğü kucakladığımız bir yere gelmemiz gerekiyor. Çünkü burası, artık iş ve hobinin hayatın tek potasında eridiği, böylece toplumun her alanını çiçek açtırdığı nadide bir yer.