

Discover more from Özgün Yanını Kucakla
Perişanlık bayrağını çekmek üzereysen, silkelen ve kendine gel!
Bundan 10 yıl önce, henüz iş dünyasında toksik şirket kültürlerinin yerden yere vurulmadığı, ifşa edilmediği, Linkedin’de gündem olmadığı zamanlardı.
O zaman reklam ajansındaki müşterilerimden biri, hayatımda toksik şirket kültürü konusunda gördüğüm en dev örnekti.
Klasik toksik şirket kültürü emarelerini bilirsiniz; dev bir hiyerarşi, korkuyla iş yapma, 7/24 çalışma vb. Ama beni en çok şaşırtan, orada çalışan bir müşterimin söylediği olmuştu:
Burada geçerli akçe ‘Perişan olmak’tır, demişti.
Ortalıklarda ‘Çalışmaktan boynum tutuldu.’, ‘Bilgisayar başında oturmaktan belim kilitlendi.’, ‘Dün o kadar çok çalışmışım ki hem öğle hem akşam yemeği yemeyi unutmuşum, tansiyonum düştü.’ gibi söylemlerde bulunmalısın burada, diye açıklamıştı.
Eğer güleryüzlü, enerjik olur, sağlıklı görünürsen yeterince çalışmadığını sanırlar.
Hatta bu yüzden, antidepresan kullandığı, boyun fıtığı olduğu konusunda yalan söyleyenler bile var, diye eklemişti. Çünkü o şirkette, çalışıyor olmanın kanıtı, perişan olmaktı.
O zamanlar ajans çalışanı olan biri olarak, perişanlık oyunu benim şirketlerimde gösteriş meselesi olmadıysa da, uykusuzluk, kötü beslenmek, kendine zaman ayıramamak, bizim için de ‘doğal’ sayılırdı; reklam ajansında çalışmanın vergisi gibiydi.
Yıllar sonra artık bu tanımın geçerli olmadığını biliyorum. İş hayat dengesini ayarlayamayan birini ‘Ne de güzel perişan oluyor be!’ diye övmek artık demode.
Ben de iş hayatının içinde, dinlenmenin, denge kurmanın, sağlıklı olmanın tamamen bireysel bir sorumluluk olduğunu; kimsenin bunu altın tepside kimseye sunmadığını öğrendim. Bunu idrak ettikten sonra, kendimi ne zaman iş hayatının yoğunluğu içinde perişanlık bayrağını çekmeye yakın hissetsem kendime hatırlattım:
Sorumlusu sensin.
Bu işi seçen sensin.
Perişan olmaya hakkın yok, perişan olacak gibi hissediyorsan, onun yerine bir yetişkin ol ve şunu düşün:
Şu anda bu halini nasıl çözebilirsin?
Kimden destek alabilirsin?
Kime bir iş delege edebilirsin?
Neyi yarına bırakabilirsin?
Bu formülle, iş hayatında ‘perişan oldum’ modları genç yaşta hayatımdan çıkıp gitti.
Fakat…
Hayatın bana farklı alanlarda tecrübe ettirdiği bir tatlı sürpriz var:
Neyi iş hayatında ‘çözdüğümü, yalayıp yuttuğumu, o bölümü atladığımı’ düşünsem; aynı soru bu kez farklı bir kıyafete bürünmüş olarak kişisel hayatta karşıma çıkıyor.
İşte dün de böyle oldu.
Çalışamıyorum, eve yetişemiyorum, çocuğa bakamıyorum, perişanım işte!
Dün uzun zaman sonra ilk kez, kendimi sinsice göndere tutunmuş perişanlık bayrağını çekmeye hazırlanırken buldum.
Perişanım, çok perişanım, herkesin gördüğüne emin olmak için şimdi bayrağı çekeceğim!
Bazen hayatta her şey üstümüze gelir ve aksi gibi, ilgimizi bekleyen her şey aynı anda olur.
Benim için bir türlü çözüp de mum dikemediğim bir stres alanı, iş gününde hasta olan çocuk konusu.
Güzel bir yazın ardından sonbaharın ayak sesleriyle birlikte, Cuma günü oğlum hasta olunca ben yine bir anda o ‘gergin kış annesi’ moduma geçtim.
Konsantrasyonum dağıldığında çalışmanın gerginliği,
İlgilenmem gereken hasta bir çocuğa sürekli ‘hadi biraz daha kendin oyna’ diye salık vermenin pişmanlığı,
Bir yandan ona sağlıklı bir şeyler pişirme çabası,
Ve tüm bunlar olurken tükendiğini fark etmediğim ben.
Cumartesi günü de aynı modda geçti; bu sefer iş yoktu ama tabii yerine hemen ev işleri geliverdi. Geceyarısı bir bakmışım, gizlice, ‘perişanlık bayrağını’ çekmeye çalışıyorum.
İç monoloğumu bir dinledim, rezalet! Oluk oluk zehir akıyor:
Çok yorgunum.
Bitkinim.
Bitmeyecek, yıllarım böyle geçecek.
Kendime asla zaman ayıramayacağım.
Hızlıca yaşlanacağım.
Artık bu birkaç sorumluluğu aynı anda taşıdığım düzende yapamıyorum.
Çok zorlanıyorum ve kış ayları yeni başlıyor, önümüzdeki 4-5 ay böyle geçecek...
Bodoslama gidiyordum. Niyetim perişanlık bayrağını çekip, o şirketteki boyun fıtığını madalya gibi boynunda taşıyanlara benzemekti.
Dedim ya, iş hayatında bu konuyu yıllar önce çözümüştüm ama kişisel hayata gelince, sık sık bayrağı çekiyordum.
Ama bayrağı göndere çekmek üzereyken, bu sefer kendimi kolumdan yakaladım.
Ne yapıyorsun? diye sordum hafif kızgın, ama sakince.
Bayrağı çekmemin kimseye yararı olmayacaktı, en çok da bana.
Sanki çocuğu olup da çalışan bir benmişim gibi yıllardır bu ikilemde aşırı zorlanışımı bayrakla göklere çekersem, kimse beni tebrik etmeye ya da acıyıp alnımdan öpmeye gelmeyecekti.
‘Hadi’, dedim. ‘Bu sefer yetişkin olalım. Mızmızlanmayı bırak, gel şuna bakalım: Sana ne lazım?’
Birçoğumuz gibi ben de kendime başkalarından daha az şefkat gösterdiğim için, böyle durumlarda bazen de soruyu şu şekilde sormayı tercih ederim:
Şu anda bu durumda olan sevdiğim bir arkadaşım olsa, ona ne lazım olurdu?’
Baktım, öncelikle elimdeki karpuzlardan birini yere bırakmalıyım.
Yüküm ağır geliyor ve hafifletmek zorundayım.
1
Pazartesi günü için, çocuk bakımında aile desteği ayarlamak için aileme başvurdum ve çocuk bakımını bir günlüğüne delege edebildim. Böylece çocuğumun durumu çok kötü olmazsa, Pazartesi ofise gidip çalışabileceğim. (Ofisten çalışmanın nasıl bir lüks, nasıl bir Ritz Carlton süitte konaklama hissi olduğunu, evden çalışan anneler anlar ancak.)
2
Sonra ev işi yardımına geldi sıra – bu aralar bu ekonomide ev işi için aldığım desteği kısmıştım. Burada da, cüzdanı açmanın, kendimi deli etmekten daha iyi bir çözüm olacağını anlayıp bu haftaya hemen ekstra destek ayarladım.
3
Son olarak, kendime biraz izin verdim. Birkaç konuda aynı anda disiplin uygulamaya çalışmak benim için hep ekstra stres konusu. Bu haftasonu biraz abur cubur modunda takılıp gerekirse biraz kilo almanın zarar getirmeyeceğine karar verdim.
4
Bir de tabii hayattaki en büyük kaçış noktam olan, herkesin uyuduğu sabahakarşıları kendime ayırma ritüelimi gerçekleştirmek için bugün, her zamankinden daha erken kalktım – böylece sadece yazı yazmak için değil, biraz kitap okumak, biraz boş boş fotoğraflara bakmak, boş boş internette gezinmek için de vaktim oldu. – Planlanmış tembelliğin de iyileştirici bir etkisi olduğunu artık biliyorum.
Böylece bir anda, göndere çekilmiş bir perişanlık bayrağı yerine, sakince kurgulanmış bir planım oluverdi.
‘Yay, saklan, kurban gibi hisset, rahatla’ya meylimiz
Tüm yukarıda saydıklarımı yaparak, pişmanlık bayrağımı göndere çekilmek üzereyken kendi ellerimle indirdiğim için şimdi mutluyum. Ama bunu yapmanın genellikle benim için –bizim için- çok ama çok zor olduğunu biliyorum.
İnsan her şey üstüne geldiğinde ‘Hadi bir yetişkin gibi davranıp, bu sorunu parçalara bölerek nasıl çözebileceğime bakayım.’ demek istemiyor.
Bunun yerine koltuğa yayılmak, battaniyenin altına saklanmak, kurban gibi hissetmenin tadını çıkarmak istiyor.
Bu modun bir rahatlama getireceğini ümit ediyor çünkü.
Fakat bugün beni bu moda sokmayan, bu rahatlamanın çok kısa bir mutluluk olduğunu bilmemdi.
Kurban gibi hissedip saklanmanın yarattığı mutluluk, çok sevdiğim bir çikolata paketinin tamamını mideye indirmemin mutluluğundan bile daha kısa sürüyor.
Çünkü hemen ardından daha büyük bir suçluluk duygusu beni pençesine almak için pusuda bekliyor.
O kurban modu sinsice büyüyor, seni ele geçirip daha da kötü bir moda sokuyor. ‘Gördün mü, berbat durumdasın işte!’ diye, o istenmeyen koroya başlangıç işareti veriyor.
Bunu bazen dışarıdan birileri yapar, bilirsiniz.
Mesela bu derdinizi anlatırsınız, ‘Hem iş, hem annelik, hem ev işleri, bittim.’ dersiniz.
Kimileri der ki,
‘Vah vah vah. Çok zor çok. Perişan oluyorsun. Mahvoluyorsun böyle...’
Bazen insana bu bir an için iyi gelir, çünkü kendi kurban moduna, dışarıdan destekçi bulmak fıstık gibi bir histir. Ama sonra birden iyice saçma bir hal alır:
Kendimi perişan hisseden ben, ve bunu onaylayan dışarıdan biri. Bu şekilde nereye varacağım?
İşte bu yüzden, bu dipsiz kuyuya tepetaklak yuvarlanmadan önce,
Ne kadar sıkıcı ve okuması zor bir kitaptan tavsiyeymiş gibi dursa da,
‘Bir yetişkin olarak bu konuda ne yapabilirim, ipleri nasıl ele alabilirim?’ diye sormak bizi daha sağlıklı bir yere götürüyor.
Perişanlık bayrağının göğe vardığı an, arabesk bir şarkı başlayacakmış gibi düşünün. Bir anda tüm gökyüzünü, tüm çevrenizi acı bir melodi kaplayacakmış gibi.
Oysa derin bir nefes alıp, insanın tüm bile isteye nakavt olma arzusuna inat, incecik bir ‘küçük ve mantıklı çözümler’ yoluna girmesi mümkün. Kendime hatırlatma. Kendimize hatırlatma.
Çünkü molalar, dinlenme teklifleri, ara verme ödülleri altın tepside dışarıdan sunulmuyor.
Romantik ya da şansa bağlı da değiller ne yazık ki. Kendi sıradan, anti-perişanlık çözümümüzü bulup planlamamızı ve uygulamamızı bekliyorlar.
Zor bir hafta sonundan sizi selamlıyorum. Kendimi o koltuğa gömülen şikayetçi çocuk modundan çıkardığımdan bu yana omuzlarımdan yüklerin büyük kısmı kalkmış gibi hissediyorum. O yüklerden sizde de varsa, aynı kısmi-rahatlama hissinden tüm kalbimle size de diliyorum.
Kalpten bir teşekkür!
Özgün Yanını Kucakla!, bu ay itibariyle 6 aylık bir bebek oldu.
Bu bültende 1.000 kişi, Instagram’da 6.000 kişi olduk.
Ne kadar teşekkür etsem az.
Ama asıl konu rakamlar değil.
Asıl konu birbirimizi anlayan, destekleyen, büyüten, karşılıklı kafamızı açan, yorumlar yapan, tartışan bir topluluk haline gelmiş ve her gün büyüyor olmamız. Bu öyle kıymetli ki.
Herhalde yazan birinin daha iyi bir hayali olamaz.
Bir yandan basılı kitabımın çıkmasını beklerken –evet tarihi sürekli erteleniyor, ama bir gün olacak inşalah :) -, bir yandan fark ediyorum ki her ne kadar en havalı olan şey kitabını kitapçıların rafında görmek gibi gözükse de, ondan daha havalı olan anlık olarak bağlantıda olabilmek. Yazıp, tepkileri, cevapları, soruları anında alabilmek; üzerine anında sohbet edebilmek.
Bu ‘bağlantıda olma’ hali yazmak için, bu blogu büyütmek için beni en çok motive edenlerin başında geliyor.
Kitabın hissi biraz daha, webinar moduna ayarlanmış bir online toplantıda 600 kişiye espri yapan zavallı CEO’nun ruh hali gibi. Yani evet çok prestijliyim, evet kitlem büyük, konumum harika ama anında verilen hiçbir tepki duyamıyorum.
Bu alanlarımız yani blog, Instagram, Linkedin ise bağlantıda olmak için bambaşka, buraya yazdığınız yorumlar, mektup formundaki uzun mailler, Instagram mesajları, bazen çok güldüğüm, bazen üzerine uzun uzun konuştuğumuz mesajlar.
Sonra teşekkür mesajları ‘Şu yazınızı okumasam bunu yapamazdım.’ mesajları bunlar öyle kıymetliler ki.
Bu hafta Substack’ten ‘İlk 1000 aboneye ulaştığınız için tebrikler!’ maili geldiğinde işte bu yüzden duygulandım. Size teşekkür ederken de duygularımı bir bir anlatmak istedim. İyi ki, iyi ki varsınız! Bu yolculukta birlikte nice keşiflere ve paylaşımlara.
Haftalık bültene ücretsiz abone olun
Mail gönderin: gozdeattila@gmail.com (Soyadım iki T, bir L ile, evet Attila İlhan gibi :)