“Yargılamamalısın; anlamalısın."
- Ernest Hemingway
Çekingen bir çocuk olarak geçirdiğim yıllarda, duymaktan en nefret ettiğim cümle tipi ‘‘Yahu ne olacak, hadi git konuş şu arkadaşla!’’, ‘‘Gidip şunu garsondan istesene, ne var bunda!’’ gibi cümlelerdi.
Benim için çok zor olan sıradan sosyal deneyimlerin, başkaları için çok sıradan, günlük hamleler olduğunun farkındaydım. Fakat bu farkındalık, harekete geçmemi, değişmemi, cesaretlenmemi kolaylaştırmıyordu.
Benim için sınıfta parmak kaldırmak zordu. Neşeli ve dışa dönük bir coşkuyla oyunlara dahil olmak zordu. Gidip kantindeki görevliden su istemek de öyle. Günlük sosyal deneyimler, benim için küçük küçük sıra dağlardı.
Diğer çocuklara yeşil kırlar ve ovalar gibi görünen, özgürce koşuştukları alanlar benim için dev engebelerdi.
İşte bu yüzden, benim dağlarımı küçümseyenlere çok kırılırdım. Anlamıyor olabilirlerdi, neden bu kadar zorlandığımla empati yapamıyor olabilirlerdi ama korkumu küçümsemeleri kalbimi kırar ve beni çok yalnız hissettirirdi.
2014 yılında, küçük çekingen Gözde gitmiş ve yerine reklam dünyasının en büyük ajanslarından birinde iletişimle hayatını kazanan Gözde gelmişti. O Gözde o günlerde, bir yarışmanın jürisindeydi ve tüm sunumları objektif şekilde değerlendirdiğine, önündeki envanterdeki kriterlere uyarak adil değerlendirmeler yaptığına son derece emindi.
Fakat bir akşam beklenmedik bir şey oldu.
O gün yarışma için sunum yapan ve jüride çoğunluğun kararıyla ilk aşamayı geçemeyip elenen bir yarışmacı, Gözde’ye telefon etti.
Telefona hazırlıksız yakalanan eski-çekingen, yeni-iletişimde esip gürleyen Gözde, sessizce adamın dediklerini dinledi. ‘‘Benim biliyorsunuz bir hastalığım var, o yüzden yaptığım sunuma tam konsantre olamamış olabilirim.’’ diyordu adam. ‘‘Üstelik aynı sebeple hazırlanmaya da çok fırsat bulamadım, halbuki bakın ben bu konuda nerelerde ne başarılar kazandım... Anlatayım, bu konuyla ilgili ilk çalışmam...’’
Konuşma ilerledikçe, Gözde içinde bir his fark etti: İnanılmaz öfkelenmişti. Adamın hastalığının, yaptığı sunuma etki edecek bir hastalık olmadığını düşünüyordu ve hastalığını bahane ederek duygu sömürüsüyle ikinci şans talep etmesi onu küplere bindirmiş, adalet duygusunu çok rahatsız etmişti.
Adamın konuşması bitince, hınçla jürideki bir başka arkadaşını aradı ve kendisi kadar sinirleneceği, kendisine hak vereceğine emin olarak adamı şikâyet etti: ‘‘Şuna bak, bir de hastalığını bahane ederek haksız yere ikinci bir sunum şansı istiyor!’’
Fakat arkadaşı, ona hak vermedi. Onun yerine ona, unutulmaz bir perspektif sundu: ‘‘Aslında bence hastalığını bahane etmiyor. Başarılarını uzun uzadıya anlatmak için iş saati dışında seni arayıp zamanını alması da kabaca ama, bunu da kabalık olsun diye yapmıyor. Ben adamın asıl niyetini duyabildim, sadece gerçekten bu yarışmayı kazanmayı çok önemsiyor ve ikinci bir şans istiyor. Ayrıca gerçekten hastalığı onu güvensizleştiriyor olabilir.’’
Gözde’nin siniri dinmiyordu, şimdi arkadaşının bu yorumları karşısında daha da sinirlenmişti.
‘‘İyi de insan tüm bunları bu şekilde mi ifade eder... Halbuki başka şekilde anlatsa belki dediğin gibi ikinci bir şans vermeyi düşüneceğiz ama bu anlatım şekli duygu sömürüsü, üstelik akşamın bir saatinde araması, ayıp...’’
Arkadaşı, ona unutmayacağı bir ders verdi:
‘‘Herkes bizim gibi iletişimci değil Gözdecim. Senin bu durumda kendini en uygun şekilde ifade edebilecek olman, iletişimci olmandan kaynaklanıyor. Bu senin uzmanlık alanın olabilir ama herkesin uzmanlık alanı olmak zorunda değil.’’
Bu cevap, beni o kadar etkiledi ki, direkt kendi çocukluğumun dağlarının manzarasına ışınladı o gün. Sahiden, birine kendini dürüstçe, açıkça, korkusuzca, mertçe ifade etmek ne kadar korkutucu olabilirdi ki koskoca bir adam için? ÇOK! Bana çok kolay gözüken, onun için dev bir dağdı. Ve bu empatiyi kuramamış olmam beni utandırdı.
Bu deneyim bana, o günden sonra, bana çok doğal ve kolay gelen şeylerle ilgili başkalarının ne kadar zorlanabileceği konusunda gözümü özellikle hep açık tutmayı öğretti.
İnsanı en çok yaralayan, duygusunun küçümsenmesidir. Zorlandığı bir konuda birine ‘‘Bunda ne var ki yahu!’’ demeden önce bunu hep hatırlamak gerek. Sana kolay gelen bir konuda zorlanıyor olmam, benim duygumun yanlış ya da geçersiz olduğunu göstermez. Benim için zorsa, benim için zordur ve artık gerçeklik, sana ifade ettiğim bu gerçekliktir.
Sorun şu ki, her zaman hayal ettiğimiz empati seviyesiyle karşılaşmayabiliriz.
Tabii ki ideali karşımızda bizi can kulağıyla dinleyen, hislerimizi yargılamadan anlamaya çalışan, anlamasa bile destek olmak için hazır olan bir arkadaşa- muhataba sahip olmak. Fakat bu muhatabın öncelikle insanın kendisi olması gerekiyor.
İnsan, çoğunluğun koşarak geçtiği bir yolda tökezlediğinde en çok kendini hırpalıyor.
İşte tam böyle zamanlar için bir motto:
‘‘Sana sığ gelen suda, ben boğulabilirim.’’
Kendimize, herkes için bebek işi olan bir konuda zorlanma hakkını tanımak için bir giriş cümlesi. Özellikle hassas ruhlu biriyseniz bu deneyimi sıkça yaşarsınız:
Çok kalabalık arkadaş toplantıları çoğunluk için keyiflidir, sizin için kendinizi çok önceden hazırlamanız gereken ve çok zorlanacağınız bir deneyimdir.
Yeni bir spor / etkinlik denemek başkalarının keşif duygusunu uyandırırken size bir anda çok fazla gelebilir, ağır bir yük gibi hissettirebilir.
Böyle durumlarda insanın eğilimi kendini azarlamak ve hızlıca motive etmeye çalışmak olabilir:
‘‘Hadi yahu baksana herkes yapıyor!’’
Fakat bu bizi cesaretlendireceğine daha çok içimize kapatır. Kalbimizi kırar. Sadece bizim gözümüze görünen dağların heybetiyle barışmak ve onları aşmak istiyorsak onları daha küçük kılmanın ilk adımı, duygumuzu kabul etmekten geçiyor:
Ben herkese kolay gelen bir konuda zorlanabilirim.
Bu beni garip, beceriksiz ya da aptal yapmaz.
Daha çok çaba göstermeye ihtiyaç duyabilirim.
Ya da belki karşımdaki bu konuda usta biridir, ben deneyimsiz olabilirim.
Karşımdaki bu ortama alışık, ben yabancı olabilirim.
Gerçek şu ki, bana zor geliyordur. Gelebilir. Bu hissimle barışabilirim.
Kendimi hemen azarlamak yerine anlamayı seçebilirim.
Sert ve aşağılayıcı bir motivasyonla kendimi motive etmeye çalışmak yerine (Hadi be sen de, ne var bunda! Küçücük çocuklar bile yapıyor!), kendime nazik davranmayı seçebilirim.
‘‘Evet bana zor geliyor’’ diye başlayabilirim.
‘‘Evet komik görünse de beni zorladı. Zorlayabilir, olabilir. Bu hissimi kabul ediyorum. Belki benim alışmam daha uzun zaman alabilir.’’ diyebilirim.
Hem kendimin hem karşımdakinin korkusunu, bazen iyi niyetle, çabucak motive etme çabasıyla, üstünkörü bir hızlı-başarı umuduyla bertaraf etmeye çalıştığımda hep aklımda tutacağım:
Hayır, hemen motive olmak, düzelmek, değişmek zorunda değiller, ben de değilim.
Kimse, ben onu motive edince hemen korkusunun ne kadar saçma olduğunu fark etmek ve bir anda cesaretle dolmak zorunda değil.
Kendime ve başkasına, bazen korku dolu olma hakkı veririm.
Anlar, kabul ederim.
Ve bu aslında hem kendimin hem o kişinin cesaretlenmesi ve değişmesi için gereken ilk adımın ta kendisidir.
"Her birimiz hayatta yıkımları, yalnızlığı, iniş çıkışları tecrübe ettik. Bu yüzden birbirimize baktığımızda sadece şunu söylemeliyiz: ‘‘Anlıyorum’.’ Nasıl hissettiğini anlıyorum çünkü ben de orada bulundum. Birbirimizi desteklemeli ve empati kurmalıyız çünkü benzerliklerimiz, farklılıklarımızdan çok daha fazla.’
Maya Angelou