Terapi Serisi 01: Hiçbir derdim yok, yine de psikoloğa gitmeli miyim?
Bu yazı diğerlerinden farklı olarak bağımsız bir makale değil, bir yazı serisinin ilk bölümü. İki ay önce başladığım ve halen devam ettiğim psikoterapi süreci, beni umduğumun çok ötesinde bir yolculuğa çıkaran ve büyük fayda gördüğüm bir süreç oluyor. Bu nedenle, kendim bu sürece girmeden önce araştırıp da bulamadığım detaylarla ilgili bir yazı serisiyle deneyimlerimi aktarmak istedim. Bu seride özellikle cevap bulmak isteyeceğiniz sorular varsa lütfen bana gönderin.
Kendimizle ilgili bir keşif yolculuğuna çıkmak için, illa önce başımıza bir felaket gelmesi mi gerekir?
‘‘Kahramanın yolculuğu’’ ve bu şemayı takip ederek oluşturulan senaryolar, genelde bize böyle öğretti. Sahi, Robin Sharma’nın avukat kahramanı Julian, kalp krizi geçirmese, o güzelim Ferrari’yi satıp kendini keşfetme yolculuğuna girer miydi hiç? Ye, Dua Et, Sev’in kahramanı acılı bir boşanma yaşayıp varoluşsal bir krize sürüklenmese, kendine bir kendini keşfetme yolculuğu armağan eder miydi? Belki de cevap, evet.
Terapi odasının kapısı illa ‘‘büyük dertler’’le açılmıyor.
Filmler doğaları gereği hayattaki geçişleri dramatize etmek, tetikleyici öğeleri abartmak, bizim ilgimizi her saniye canlı tutmak zorundalar. Bu yüzden en çok işlenen kendini keşfetme teması için filmlerde genelde büyük bir tetikleyici olaya ihtiyaç var. Yani kendini keşfetme yolculuğu, ancak dev dalgalarla kıyısına vurduğun bir şey.
Oysa gerçek hayatta buna gerek yok. Kendimizi daha yakından tanımak ve küçük dünyamızda kendimize koyduğumuz engellerin bilinçle üstünden atlamak için psikoloğa gitmeye karar vermek, gayet aklıselim bir karar. Psikoloğun kapısında belirmek için ille de felaket çanlarının çalmasını veya tükenmiş halde olmayı beklemeniz gerekmiyor.
Psikoloğa gitmeye nasıl karar verdim?
Önce kısa bir arka plan bilgisi vererek başlayayım. 16 yaşımdan beri, neredeyse sadece psikoloji kitapları okurum. Üniversitede psikoloji bölümünde okudum. Ancak klinik psikolog değilim. Dolayısıyla terapi süreci benim için, kitabi bilgiler ve dışarıdan dinlediklerim kadar. Bizzat bir terapi sürecinde daha önce bulunmadım, gözlemlemedim. (16 yaşımda bir girişimim olmuş ve sadece iki seans sürmüştü, bu korkunç tecrübeden de daha sonra bahsedeceğim.)
Beni yoldan çıkaran neydi?
2022 benim için kendimi şaşırtan seçimler yaptığım bir yıl oldu.
Yılın başında, bir yılbaşı kararı aldım ve yazma konusuna ciddi olarak eğilmeye hayatımda ilk kez kesin olarak karar verdim. 2022’nin başında kendime samimiyetle dedim ki; ‘‘Bak senin hayatta en sevdiğin şey yazmak ve bu hiç değişmeyecek. Artık kendini kandırma ve bu işi ciddiye al.’’ Buraya kadar çok iyiydi, blogumda makaleler yayımlamaya, ilk kitabımı da yazmaya başladım.
Bu sırada bir yandan mesleğim olan pazarlama alanında, çok sevdiğim bir şirkette çalışıyor, yaptığım işi ve bana emanet edilen markayı çok seviyordum. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru işi yapıyor gibiydim.
Fakat sonra bir şey oldu. Hayatımın en yanlış kariyer kararını verdim ve ani bir kararla, çok sevdiğim işimden ayrılıp, ruhumun her zerresiyle ‘‘Sakın yapma!’’ dediği bir iş teklifini kabul ettim. İlk teklif geldiğine kalbimin sesini dinleyip net bir şekilde hayır dediğim teklif ikinci kez gelince, nasıl olduysa gafil avlandım. Sonrasında, bu yeni işimde çalıştığım kısa süreç ise tam bir kabusa dönüştü.
Küçük kalmanın dayanılmaz hafifliği
Ardından o işten doğal olarak ayrılmaya karar verdim ve tam bu sırada, çok büyük bir firmadan, çok önemli bir rol için iş teklifi aldım. Kariyer hayatımda hayal edebileceğim en üst noktalardan biriydi, sanki yıllardır yatırım yaptığım her şey bana ödülleriyle geri dönüyordu. Peki ben bu teklif gelince ne yaptım?
Çok korktum, gerçekten çok korktum. En çok da büyük sorumluluk hayatımı benden çalacak, en sevdiğim şey olan özgürlüğüm elimden alınacak, hayatımın kontrolü ellerimden akıp gidecek diye. Denge, denge, denge. Hayatımın dengesinin bozulması, önceliklendirdiklerimi önemseyememek beni inanılmaz korkutuyordu ve bu büyük teklife, çok da düşünmeden hayır demeyi seçtim.
Aslında bu seçimde bana rehberlik eden değerlerim büyük ölçüde doğruydu; kendi hayatıma zaman ayırmayı önemserim, salt başarı odaklı, işkolig bir hayatı hiçbir zaman yeğlemem. Fakat şaşırtıcı olan, eğer işi kabul etseydim, böyle bir konumda kendime yaratabileceğim özgürlük alanını hiç düşünmeden, sanki arkama bakmadan koşup küçük kalmayı seçmemdi.
O sıralarda neyse ki, kitabımı yazmayı sürdürüyordum fakat blogumla ilgilenmiyor, düzenli yazmıyordum. Ne zaman yazsam hayat bana her hücresiyle destek olmuştu, üstelik yüreklendirici yorumları bana göndermekte de son derece cömertti. Fakat ben bir şekilde kendime yazar şapkasını takamıyor, yıllardır çok daha fazla üstüne gitmiş olabileceğim bu tutkumla ilgili de ziyadesiyle ufacık bir yerde durmayı tercih ediyordum.
Küçük kaldım, büyüt beni!
İşte benim psikoterapi sürecine başlama kararım tam olarak bu noktada oluştu. Biliyordum ki, işle ilgili ‘‘büyük’’ teklife hayır demek, yazma serüvenimi sürekli sabote etmek, benim için buzdağının sadece görünen yüzüydü. Aslında defalarca yaşadığım bir senaryoyu yine tekrar ediyordum: İki seçenek arasında kaldığımda daima en küçük, en risksiz, en korkak, en kolay olanı seçiyordum. Ve içimde bir şey, bu davranışımdan artık çok rahatsız oluyor, adeta bana çığlık atıyor ve beni bu esaretten kurtar diyordu.
Bu, klasik anlamda psikoloğa gitmek için alışık olduğumuz bir dert değil.
Yani depresyonda değildim, günlük hayatıma engel olan bir psikolojik şikayetim yoktu. Hayatımda özel bir süreçten geçmiyor ya da kaldıramadığım bir yükle de boğuşmuyordum. Sadece ilk kez, bu ısrarla küçük kalma inadımı bir terapistin rehberliğinde anlamak istedim.
Peki, hiçbir ‘‘derdin’’ yoksa da psikoloğa gitmeli misin?
İki ay önce hayatımın ilk psikoterapi seansından çıktığımda, hemen sonrasında buluştuğum arkadaşıma istemsizce şu cümleyi kurdum:
‘‘Keşke bunu 10 yaşında yapsaymışım!’
Bir psikolog olarak ben de farkındayım ki öncelikle psikoloğa gitmek gerçekten ağır bir maddi yük ve bu birçok kişiyi, benim gibi, uzun yıllar böyle bir uzun soluklu sürece başlama fikrinden alıkoyuyor.
Ama, bir satış tekniği olarak bana söylense burun kıvıracağım şu gerçeği ilk seansta gördüm: Bu paha biçilemez biçimde, insanın kendine yapabileceği en lüks, ve muhtemelen geri dönüşü en yüksek yatırım.
Kendi başına göremediğin kör noktalarını keşfetmek, kendin fark etmediğin örüntülerinle karşılaşmak, kendinden özellikle sakladığın soruların sana sorulması; insanı hayatını değiştirecek bir yola sokuyor. Özgürleştiriyor, potansiyelinin kilidini açıyor, seni kendinle tanıştırıyor ve dünyayı, kendi davranışlarını bugüne kadar gördüğün halinden bambaşka bir şekilde görmeni sağlıyor.
Ortada bir ‘acı’ yokken, tamamen gelişim amaçlı, kendi sıkışıp kaldığımız küçük alanlarımızın tıkanıklığını açmak amaçlı bu sürece girmek de gerçekten ödüllendirici.
Dertsiz başına dert alır mısın?
Birkaç yıl önce bir arkadaşıma, uzun zamandır haberleşmediğim ortak bir tanıdığımızı sordum, nasıl, iyi mi diye. ‘‘Sorma, pek iyi değil, yeni boşandı ve çok üzgün…’’ dedi. Sonra ekledi, ‘‘Çok iyi bir çiftlerdi biliyorsun. Ama eşi terapi sürecine girmiş ve sonunda bir anda, pat diye, boşanmak istediğini söylemiş. Bazen çok da deşmemek lazım…’’
Bu laf o zamandan beri hiç aklımdan silinmedi. Gerçekten bazen ‘‘çok deşmemek’’ daha iyi olabilir mi? Psikoterapi, olmayan sorunlar yaratarak yok yere kafamızı karıştırabilir; memnun olduğumuz konularla ilgili yok yere aklımıza kurt düşürebilir mi?
Bu biraz, ‘‘aman gidersem illa bir şey çıkar’’ diye check-up’a gitmemeye benziyor. Deştiğimizde, halihazırda aklımızda, duygularımızda olmayan bir şey ortaya çıkmıyor; tam tersi, neden olduğunu anlamlandıramadığımız, birbirinden kopuk gözüken sıkıntılarımızın ortak sebepleri, şablonları, sinsi yolları su yüzüne çıkıyor.
Yani psikoloğa gitmek, dertsiz başa dert çıkarmıyor. Ama, bugüne kadar halının altına süpürdüğünüz, bununla sonra ilgilenirim dediğiniz duygularınızı, düşüncelerinizi, davranış kalıplarınızı bavulunuzdan çıkarıp önünüze seriyor, bu doğru.
Benimki de dert mi?
Bir de bu yaklaşım var bu konuyla ilgili.
Psikoloğa gitmek için narin bir ihtiyaç hissedip, bunu yapmak için yeterince üzgün, depresyonda veya bitik halde olmadığını düşünenler.
Sanki elle tutulur bir derdi yokken psikoloğa giderse şükretmesi gerekirken şükretmemiş olacak, sahip olduğu imkanlara ve hayata nankörlük etmiş olacak gibi hissedenler.
Aslında yazının başındaki büyük bir eşik olmadan kendini keşfetme sürecine ve terapi odasına girmeme durumu da bununla bağlanıyor; içten içe insan bir destek, keşif sürecine girmek istese de, kendine bu hakkı tanımak için dertlerinin somutlaşmasını bekleyebiliyor.
Oysa terapi odasının kapısını açan anahtar illa büyük krizler, gerçek sorunlar, hayatı karartan çıkmazlar değil. ‘‘Allah başka dert vermesin’’ türünden bir sebeple psikoloğa gittiğinizde, mevcut hayatınıza şükretmeyi ıskalıyor değilsiniz. Kendinizi daha iyi tanımak, örüntülerinizi daha iyi öğrenmek, neyi neden yaptığınızı daha iyi anlamak ve bu sayede hayat kalitenizi yükseltmek için psikoloğa gitmek gayet anlaşılır bi durum ve yeterli bir sebep.
Çevresinde hep güzel şeyler vardı: San Fransisco’da bir apartman dairesi, sevgi dolu, sosyal açıdan itibar sahibi bir eş, yıllık beş yüz bin dolar civarı kazanç ve üstü açılan bir Jaguar XKE. Henüz otuz yedi yaşında olmasına rağmen tüm bunlara sahipti.
Ne var ki, içinde hiç güzel bir şey yoktu. Kendinden sürekli şüphe eden, suçluluk duygularının pençesinden kurtulamayan Charles otoyolda ne zaman bir polis arabası görse terlemeye başlıyordu. Esprili bir dille, ‘‘Öylece dolanıp duran, kendine bir günah arayan suçluluk… İşte ben buyum.’’ diye anlatmıştı.
Irvin D. Yalom / Günübirlik Hayatlar
Bu serinin devamında neler olacak?
Psikoloğumu nasıl seçtiğimden, terapi sürecinde beni en etkileyen anlara; bir psikoterapi sürecinden en iyi nasıl fayda sağlanacağından, terapi odasında konuşulacak konuların nasıl ortaya çıktığına detaylı gözlemlerimi paylaşacağım.
Eğer süreçle ilgili merak ettikleriniz, özellikle yanıtlamamı istediğiniz sorularınız varsa lütfen gozdeattila@gmail.com a gönderin.