Bu hafta sonu, M.J. Demarco’nun ‘‘Milyonerliğe hızlı geçiş’’ adlı kitabını okuyorum.
Bu tip kitapların kötüleri, ilk birkaç sayfada ‘‘Nasıl yapılır?’’ları anlatarak başlar.
‘‘Nasıl network pazarlama sistemiyle zengin olursunuz?’’, ‘‘Nasıl bir haftada online bir ürün yaratıp 1000 dolar kazanırsınız?’’, ‘‘Nasıl sadece 500 dolarla yatırım yaparsınız?’’
Bu tip kitaplar ilgimi çekmez, çünkü konu para olduğunda benim alanım, bu kazancın sürdürülebilir olduğu ve doğru mutluluk alanlarına yatırıldığı uzun vadeli senaryolardır. Burada da tabii ki devreye bir numaradan, evet bildiniz, psikoloji konusu giriyor.
Kötü başarı kitaplarının aksine, bu tip kitapların iyileri, uzun uzun psikolojik sermayeyi ve bunun nasıl tüm zenginliğin temeli olduğunu anlatır. İşte bu kitap da, henüz başında olmama karşın, ilk 100 sayfada bunu anlattığı için kalbimi kazanmış durumda.
Yapabileceğini bildiğin halde neden yapamıyorsun?
Kişisel gelişim endüstrisinin, ‘‘gerçek tutkunu bulma’’ konusuna gereğinden çok, onu hayata geçirme konusuna gereğinden az önem verdiğini düşünüyorum.
Gerçek tutkunu bulmak bana göre, üzerinde bu denli çaba sarf edilecek bir konu değildir, çünkü çoğu kişi için çocukluk dönemine öylece bakmak cevabı şak diye verecektir. Gerçek tutkunuzun, daha önce hiç aklınıza gelmemiş fakat bir ‘‘Gerçek tutkunu bul!’’ kitabı okuyunca birdenbire 29 yaşında farkına varacağınız bir şey olma ihtimali düşüktür.
Bu bakış açısıyla, insanların gerçek tutkularını genellikle zaten bildiklerini düşünürüm. Daha zor olan, gerçek tutkun ile onun peşinden gitmen arasındaki o dev boşluktur. Orası acayip bir bilinmezliktir. Neyi sevdiğin çok açık, üstelik diyelim bir de o alanda yeteneğin de var. Fakat bir şey seni durduruyor ve asla o adımı atamıyor, oraya gidemiyorsun. Sanki önünde görünmez bir engel var ya da sana o adımı engelleyen bir kara büyü yapılmış gibi.
Tanımsız Dev Engel
Atatürk’ün çalışma masamın baş köşesinde duran sözüdür;
‘‘Ben, bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem; o işe neler engel olur, diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı, iş kendi kendine yürür.’’
Harika bir strateji değil mi? Eğer ne yapmak istediğinizi biliyorsanız, içinizdeki heyecan ve yapma isteğiyle o işin olması arasındaki tek boşluk ‘‘engeller’’dir. O engelleri kaldırırsanız, işte hayaliniz gerçek olur!
Tabii ki söylemesi kolay, yapması zordur çünkü en başta, engelin ne olduğunu tanımlamak çok zordur. Çoğu insan bütün bir ömrü, kendisine neyin engel olduğunu tam olarak bilmeden, potansiyelinin küçük bir versiyonunu yaşayarak geçirir.
Yapacağınız en faydalı araştırma
Yapacağınız en faydalı araştırma, sizin için bu engelin ne olduğu konusuna ciddi bir zaman ayırmaktır. Başka bir deyişle, ‘Tutkum ne? Hayallerim ne?’’ konusuna ekstra mesai harcamak yerine, onlarla aranızdaki engelin ne olduğu madenciliğine girişmeniz akıllıca olacaktır.
Fakat insan kendisini neyin bloke ettiğini nasıl bilir?
Başarı kitapları, (ve benim çok sevdiğim Grant Cardone’nin 10X kitabı da buna dahil), başarının temel koşulunun aksiyon olduğunu söyler.
Harika düşüncelerin, zekan, hayallerin, aksiyona geçmediğin sürece solda sıfırdır.
Şansla ilgili kitaplar da aynı şeyi söyler, daha şanslı olan, daha fazla aksiyon alandır.
Bunu kendi hayatında yaşayan ve deneyimleyen biriyim. Öyle ki kariyerimin en başında, alanda hiçbir staj deneyimim, tanıdığım, ve işe alınmak için hiçbir sebebim yokken azimle reklam ajanslarında iş arama halindeyken, çalışma masamda tek bir cümle asılıydı: ‘‘Aksiyona geç!’’
Öyle de yapmıştım. Bir excel hazırlamıştım, ilk kolonda, reklam sektöründe çalışmakta olan bulabildiğim her bir kişinin adı – soyadı, yanındaki kolonda da, Facebook’tan, dergilerdeki röportajlarından araştırabildiğim kadarıyla, bu insanlarla benim ortak tanıdığım kim olabileceği yazılıydı. Sonra o ortak tanıdıkların hepsiyle tek tek iletişime geçtim ve evet, gerçekten de biri benim hayatımdaki ilk reklam işime girmeme vesile oldu.
Buraya kadar kendime güzel bir başarı puanı yazıyorum fakat...
Aksiyon tekrar edilmediğinde
Bir konuda bu aksiyon bombardımanını yaşamak bana çok iyi bir öğreti olmuşken, bunu hayatımın her alanına taşımadım. Bir yazıp bir yazmadığım blogum, bir başlayıp bir bıraktığım şarkı söyleme hobim, hayatımda hep bir var bir yok halde kaldılar.
Aksiyon sekteye uğradığında, başarı insandan uzaklaşır.
İşte şimdi bu yazıda, tam da o araftaki probleme davet ediyorum sizi: Beni kesintisiz aksiyon almaktan, üstelik formülüm de tutmuşken, alıkoyan neydi?
Acıdan uzak tut beni ya Rab!
Bunun üzerinde düşündüğüm uzun yıllar, çok sevdiğim ‘‘sabotajcı’’ çalışması ve bir terapi süreci, bana beni bloke edenin acıyla kurmaktan ölesiye kaçtığım ilişki olduğunu fark ettirdi.
Uzun mesai saatleri, kendimi feda ederek çalışmak gibi suni acılarda sorun yoktu. Ama kalbimin en derininden gelen tutkularla ilgili negatif eleştiriler alabilme ihtimali, yola çıkıp büyük bir başarı yakalayamama ihtimali, ayağıma taşlar takılma ihtimali beni aksiyon almaktan alıkoyuyordu.
Sırf düşmemek, tökezlememek, iliklerime kadar başarısız hissedebileceğim anları yaşamamak için, kalbimin en derinliklerinde yatan başarı arzularımla ilgili kapıyı sonsuza dek kapatıyordum.
Peki sizin blokajınız ne olabilir?
Eğer yıllardır rafta duran, tozlanmış ama sizin için anlamını da yitirmemiş, öylece duran hayalleriniz varsa, belki de bugüne kadar onlarla ilgili yanlış sorunun peşinden koşmuşsunuzdur.
Doğru soru ‘‘Hayallerimi nasıl gerçekleştiririm?’’ değil, ‘‘Hayallerimin gerçek olmasına engel olan şeyi nasıl bulurum?’’ olmalı.
Kendi ayağıma nasıl çelme takıyorum? Neyden bilmeden kaçıyorum ve bu kaçış, muhtemel başarılarımı da baltalıyor? Aksiyon almama engel olan o görünmez engel, o kara büyü nedir?
Yap, yap, yap
Başarı kitaplarının verdiği ortak başarı formülünün tek kelimeye indirgenebilir olması sevindirici: Yap! Şu anda olmakta okuduğum kitap da bunu savunuyor, ‘‘Harekete geçmiyor ve bir süreç başlatmıyorsanız, asla başarılı olamayacaksınız.’’
Öyleyse, hayalimiz her neyse onu gerçekleştirmek için yapmak gereken şeyi basitçe biliyoruz: YAPMAK. Düşünmek değil, hayal etmek değil, ummak değil, YAPMAK.
Fakat genel bir yanlış yorum, eğer yapmıyorsanız sizin tembel olduğunuzdur. Eğer hayalleriyle ilgili harekete geçmiyor, bu hayaller uzun süredir öylece duruyorsa insan kendini genellikle tembel, atıl olmakla suçlar. Bu suçlama ise maalesef genelde sorunu çözmez. Sorunu çözecek olan, büyük bir samimiyetle, zırhsızlıkla ve teslimiyetle ‘‘Neden’’ aksiyona geçmediğinizi bulmaktır.
Peki bu arayışa neden girmek istemeyiz?
Konu başarı ve bağlantılı olarak para olduğunda, o sert, alfa tarafımızla düşünme ve sorunları da, çözümleri de aynı sert tutumla değerlendirme eğilimindeyizdir.
Oysa, bu ‘‘Neden aksiyona geçmiyorum?’’ arayışında bulacağınız cevap, büyük ihtimalle çok yumuşak bir yerden çıkacaktır. Evet yumuşak.
Hiç ummadığınız duygusal bir engele takılıyorsunuzdur.
Kalbiniz kırılsın istemiyorsunuzdur mesela.
İnsanların karşısında ruhen çırılçıplak kalmak istemiyorsunuzdur.
Bir çuval inciri berbat ederek özsaygınızı zedelemekten korkuyorsunuzdur.
İşin başında, henüz masaya koyacak somut bir başarınız yokken insanların size ‘‘delirmiş’’ yaftası yapıştırmasından ödünüz kopuyordur.
Tüm bunların yerine saygın, ortalama sıradan bir insan gibi görünmek işinize geliyordur. Azıcık aşım, ağrısız başım, özgün yanlarımın törpülendiği ‘‘sıradan’’ bir görünüm ve yargılanmanın acısından kaçmak; işte benim korku dolu hayat formülüm! Bu cümleyi kendinize söyleyemiyorsunuzdur belki, zordur çünkü söylemek. İnsan ömrünü dışarıdan saygın, normal, sıradan, olması gerektiği gibi görünmeye harcamışken bir anda değişmek zordur.
Yumuşak karnımdaki özgün sancılar
Kendinize bir alan açıp, bu komik gözükebilecek kadar özgün sancınızın ne olduğunu bulmadan, engellerin üstünden atlayıp ilerlemek zor. O çocuksu korkunuzun, o size özgü ve diğer herkese komik, saçma, aptalca gözükebilecek biricik endişenizin ne olduğunu keşfetmeden, yolunuz açılmayacak.
Bu keşif yolculuğunun ilk adımı da, insanın kendine şefkatle sarılması. Ve o yumuşak alana bakmaya hazır hissetmesi. Orayı zavallı, ezik, aptal, komik bulmadan, ona değer verip ciddi ciddi ele alması. Bir kez o çocuksu korkuyla tanıştınız mı, o tanımsız engel tanımlanmaya başlayacak. Ve bu, gerçekten dönüştürücüdür.
Bonus içerik: Hadi canım, uydurma Gözde!
Özgüven ile ilgili iltifatlar duymaya alışığım. İnsanlar daima ne kadar özgüvenli olduğumu söyler, bu konuyu özellikle gündeme getirirler. Evet öyleyim, bu bir görüntü değil, gerçekten özgüvenli biriyim. Fakat bu bana doğuştan gelen bir hediye değil, çok çekingen bir çocuk, azılı bir içe dönük, sesi çıkmayan bir kız olarak bu konuyla ilgili çok ciddi çaba sarf ettim.
Şimdi geldiğimiz noktada, bu ‘‘yüksek özgüvenli’’ halimle emin olduğum tek bir şey varsa, bunun ancak insanın ‘‘en özgüvensiz’’ yanlarıyla tanışıp barışmasıyla mümkün olacağı. Bu tezat bir durum biliyorum ve bu süreci yaşamamış biri için ne kadar ironik görünebileceğinin farkındayım.
Bir korkumu, endişemi açıkça paylaştığım her durumda, bu beni özgüvenli bulan insanlara çok tezat gelir.
Mesela, ‘‘O yarışmaya başvurmadım çünkü korkuyorum’’ ya da ‘‘O sahnede şarkı söylemek istemedim çünkü endişelendim’’ gibi cümleler kurduğumda karşımdakiler bana genelde güler. Çünkü yalan söylediğimi düşünürler. Böyle özgüvenli biri nasıl korkabilir, nasıl utanabilir, nasıl çekinebilir, nasıl endişelenebilir?
Oysa özgüven bir kalıp beton değildir. Özgüven, daima güvenle güvensizlik arasında gidip gelmeyi sıradanlaştırdığın ve bunun bir sorun olmadığını anladığın bir haldir.
Bugünün yazısında ‘‘sana engel olan şey’’i yazarken hep bunu düşündüm. O şeyi keşfetmek, onu öldürmek anlamına gelmiyor. O hep karşına çıkacak, hep kendini gösterecek, hep sana arada bir selam çakacak. Farkı yarattığın an, onu öldürdüğün an olmayacak. Onu tanıdığın, yönetebildiğin, iplerini eline alabildiğin ve ‘‘seni de kabul ediyorum, sen de benim bir parçamsın sevgili güvensizlik’’ dediğin an olacak.
Sert değişim çabaları, eski sen’i öldürüp yeni bir sen doğurmak gibi yaklaşımlar insanın uzun vadede kendiyle barışık olmasına çelme takarak, kısa vadeli stratejiler olarak kalabilir.
Oysa kapsayıcı olmalıyız, içimizdeki bizi bunca yıldır durduran engel, o yumuşak karın, en çocuksu korkularımız, hepsine söylenecek en doğru şey: ‘‘Sen de gel. Sen de benim bir parçamsın.’’ Ve yapacak en güzel şey, onlarla birlikte yola çıkmak, onları öldürerek değil.
Okurken ağlamak üzereydim 16 yaşında ve yolun başındayım öz farkındalığı yüksek bir gencim daha küçük yaşlarımdan itibaren mükemmelliyetcilik benim en büyük düşmanım oldu sizin gibi çok kırılgandım kendime koyduğum sert sınırlarım oldu ve bu sınırlar hep başkalarına göre şekillendi hayatta kalabilmek için kendimi bulduğum bu yazınız benim ruhuma dokundu umarım sizin gibi başarılı olabilirim