Çok stresliysen, bu üç sihirli sözcüğe sarıl
İlkokuldayım. Henüz okulun yeni açıldığı haftalar. Bir hafta içi akşamı babam heyecanla beni arıyor: ‘‘Yarın seni okuldan erken alacağım, birlikte bir gösteriye gideceğiz, yurtdışından gelmiş bir dans ekibinin gösterisi, inanılmaz şeyler yapıyorlar.’’ diyor.
Ben çalışkan bir öğrenci ve kurallar neyse sorgusuzca itaat eden bir karakterim. ‘‘Ama baba’’, diyorum. ‘‘O saatte tarih dersi var. Hem okul yeni açıldı. Kaçırmam hiç uygun olmaz.’’
Gülüyor. ‘‘Tarih dersini hep dinlersin. Ama bu grup Türkiye’ye her zaman gelmez.’’ diyor. Ertesi gün beni okuldan erken alıyor ve gösteriye gidiyoruz.
6 yaşında anaokuluna başlayana kadar, evde annemleyim. Bir gün annem yatağa yeni çarşafları seriyor, ben de ona yardım ediyorum. Kendime o zaman dert ettiğim bir şeyden bahsediyorum o sırada anneme, konunun ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum, ama içimi sıkan bir şey. Annem bir anda diyor ki: ‘‘Bak, sana bir şey söyleyeceğim, bunu hayatın boyunca unutma.’..’
(Çocukken ne zaman biri bana ‘hayatın boyunca unutma’ diye bir şey söylese dikkat kesilir, gerçekten aklımda tutardım. Hafıza olarak da sağlam bir çocuk olduğumdan, şimdi ‘hayatım boyunca unutmamam öğütlenen şeyler’ adlı bir kitap yazabilecek seviyedeyim. Büyük kısmı çok haklı, bir kısmı ise çok karamsar öğütler.)
Anneme dikkat kesiliyorum, kulaklarımı dört açıp dinliyorum:
‘‘Hayatta her şeyin bir çaresi vardır. Ölüm dışında her şeyin.’’ diyor.
Her şeyden anksiyete seviyesi yükselen, hızlı bunalıp daralabilen bir küçük çocuk olarak bu cümle o anda yüreğime su serpiyor ve sonra hayat boyu kutup yıldızım oluyor: Ne zaman kendimi çıkmazda hissetsem aklıma hep o çarşafın ucundan tuttuğum sahne geliyor:
‘‘Her şeyin bir çaresi vardır.’’
Üniversite sınavına hazırlanıyorum. Herkes inanılmaz stresli. Arkadaşlarımdan, ailelerinin onlara uyguladığı katı çalışma takvimini, ailelerinin sürekli yinelediği filanca okulu kazanma beklentilerini duyuyorum. Hep şaşkınlıkla dinliyorum, çünkü benim hayatım bundan çok farklı. Babam, sınava gireceğim yıl boyunca her görüşmemizde yineliyor:
‘‘Kızım, evet sıkı çalış ama sakın strese girme. Filanca üniversitede okumak şart değil. İstanbul ya da büyük bir şehirde okumak şart değil. Üniversite okumamak da dünyanın sonu değil. Sen çalış, sınavına gir, ama istediğin yeri kazanmazsan ya da herhangi bir yeri kazanamazsan, unutma ki dünyada sayısız opsiyon var.’’
Annem ise, üniversite sınavına kısa bir süre kala, tamamen sınava çalışmaya odaklanmamız için okuldan eve yollandığımız o dönemde, (kitabımda bunu uzun uzadıya anlatıyorum), çözdüğüm testlerin hesabını tutmak yerine, kendi ritmimde bir çalışma rutini oluşturmama izin veriyor. Yürüyüşler yapıyor, kitaplar okuyor ve arada da ders çalışıyorum. Öyle mutlu ve dinginim ki, evet çok çalışmıyorum ama çok etkili çalışıyorum, ve stresten uzağım.
Duygusal dayanıklılık konusundaki yanlış düşüncelerin filizlenmesi çok erken çağlarımızda başlar. Çocuklarına duygusal dayanıklılığı öğretmeye çalışan anne-babalar, liseye giden çocuğunun sabahın üçüne kadar uyumayıp, ertesi günkü bilim fuarına proje yetiştirmesini takdirle karşılar. Bu da duygusal dayanıklılık kavramını o çocuk için bambaşka bir hale sokar: İyi dinlenmiş çocuğun duygusal dayanıklılığı daha yüksek olur. Aşırı çalışma ve yorgunluk, duygusal dayanıklılığın düşmanıdır. Küçükken edindiğimiz kötü adetler çalışma hayatına atıldığımızda iyice üzerimize yapışır.
Duygusal Zekâ – Resilience, Harvard Business Review
Yıllar içinde, anne ve babamın bana çaktırmadan öğrettiği ve uyguladığı bu davranış ve hayata bakış şeklinin, hayatı bir beceri olduğunu fark ediyorum.
Evet, burada benim karakterim, öz-disiplinim, birçok konu devreye giriyor. Evet belki de ben çok daha hırslı, beni başarıya zorla konsantre eden bir ailede büyüsem bambaşka biri olur, bambaşka bir potansiyelimi ortaya çıkarırdım.
Fakat, benim gibi bolca yalnız zamana ihtiyaç duyan, kolayca strese girebilen, dış dünyayla bağlantı kurmaya çok zor alışan bir çocuk için, anne ve babam cebime hiçbir doktorun veremeyeceği bir ilaç koymuş gibiler.
Çocuklar bir durumun iyi mi kötü mü olduğunu bilmediklerinde ebeveynlerinin davranışlarını izlerler, sizin tepkileriniz ona doğru yanıtı verecektir.
Hedvig Montgomery – Anne Baba Sihri
Kaynaklarını çoğaltma ‘oyunu’
İngilizcede Resourcefulness olarak tabir edilen ve benim bunu tam karşılayan bir Türkçe tabirini bilmediğim; zorluklar karşısında farklı, yaratıcı çözümler bulabilme, kendine yeni kaynaklar yaratabilme becerisi, bugün sıkça konuşulan duygusal dayanıklılık konusunun temelini oluşturuyor.
Neden gerekli biliyor musunuz?
Hayatımızda bir soruna gömüldüğümüzde, dünyanın sadece o sorundan ibaret olduğunu düşünmeye başlıyoruz. İşyerindeki bir sorun sebebiyle kendine zarar veren insanları düşünün. Birkaç adım geri çekilip baktığınızda, o işyeri dünyada bir toplu iğne başıdır; birçok insanın adını bile duymadığı bir yerdir. Binlerce başka hayat mümkündür. Ama işte insan o an öyle düşünemez, o ortamın içine gömülüp kaldığında, dünyayı orası zannetmeye başlar.
Okulda yaşadığı bir utanç sebebiyle dünyası yıkılan gençleri düşünün. Onlar için hayat bitmiş gibi görünür, çünkü o mahalledeki o okul dünyasıdır onun. Halbuki, oradaki bir avuç insan, o genç için mümkün olan hayatın çok ama çok küçük bir parçasıdır.
Bunun gibi durumlarda hayata farklı açılardan bakabilme, ‘‘ama benim bambaşka opsiyonlarım da var’’ diyebilme becerisi, hayatınızı kurtarır.
Bu bakış açısı benim için sürdürülebilir bir başarının temelini yarattı.
Stres altında nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun?
Reklam dünyasına yeni adım atmış bir avuç gençken, ajansta geçirdiğimiz ilk birkaç ayın ardından hepimiz aynı şeyi konuşuyorduk:
Bu strese nasıl dayanılır?
Uzun çalışma saatleri, aynı anda birçok müşteriyle ve dolayısıyla birçok sorunla ilgilenmenin baskısı. Başladıktan kısa bir süre sonra reklam sektörünü bırakan çok arkadaşım oldu. Hatta bunlardan bir kısmı bir süre sonra tamamen iş hayatından da ayrıldılar.
Kendi adıma, üstüme çok büyük gelen bir yarışın içinde gibiydim. En büyük ihtiyacı sükûnet olan biri olarak kendimi sükûnetten en uzak sektöre atmıştım ve neredeyse 24 saat çalışıyordum. Fakat cebimde, kimsenin görmediği sihirli bir değneğim vardı.
Evet yaptığım iş çok stresliydi. Çalışma saatlerim çok uzundu. Ardı ardına büyük krizler çıkıyor, ve ben bunlarla ilgili, henüz 24-25 yaşında bir gençken, koskoca insanlarla muhatap olmak, bu krizleri ve ilişkileri yönetmek durumunda kalıyordum.
Hayatımda aldığım ilk performans değerlendirmesinde şöyle yazıyordu:
‘Stresi yönetmekte olağanüstü bir başarıya sahip.’
Şaşırmıştım. Kendimle bağdaştıramadığım bir yorumdu bu. Sonra benimle birlikte çalışan bir ekibim olmaya başladıkça, benden genç olanlardan hep aynı soruyu duydum:
‘‘Nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsunuz? Dünya yanarken nasıl bu kadar sakin yönetebiliyorsunuz her şeyi?’’
Sonraki performans değerlendirmelerimde de hep bu ‘Zorlu ortamları stressizce yönetir, krizleri çok iyi yönetir.’ yorumları gelmeye devam etti.
Sihirim kendime uyguladığım bir tür sakin kalma telkini değildi.
Sihirli değneğim çok küçük yaşlardan geliyordu: Hep, o anda yaşadığım günlük streslere, uzaktan teleskopla uzaktan bakar gibiydim. Günün sonunda bunun mutlaka çözülecek bir kriz olduğunu, koskoca hayatımda, o ajansın, o müşterinin koskoca hikayesinde bunun geçip gidecek bir şey olduğunu, dolayısıyla yapılacak en iyi şeyin o anda gerçekle sükunetle yüzleşip, atılacak adımları sakince atmak ve attırmak olduğunu biliyordum.
Üç sihirli sözcük: BU BİR OYUN
Bir gün, yine büyük bir kriz yaşadığımız bir günde, çalıştığım bir ajansta üst düzey olan biri yanıma geldi. Benden 20 yaş büyüktü. İnanılmaz başarılıydı, inanılmaz yetenekliydi.
‘‘Gözde, bana nasıl sakin kaldığını öğretir misin? Şu anda, şu ortamda, şu krizde ben senin yerinde olsam delirmiştim. Bak, ben sürekli sakinleştirici ilaçlar kullanıyorum çünkü bu sektörün başka türlü yaşanabilir olmadığını düşünüyorum. Ama merak ediyorum, sen nasıl her krizde böyle sakin kalıyorsun?’’
Sırrım bir takım mindfulness öğretileri ya da gün içinde meditasyon yapmak değildi. O anda ona kısaca bir cevap vermem gerektiğinden, cevap ağzımdan şöyle dökülüverdi:
‘‘Çünkü bunun bir oyun olduğunu biliyorum.’’
Çok etkilenmişe benziyordu. ‘‘Nasıl yani?’’ diye sordu. Açıkladım: ‘‘İçinde bulunduğumuz bu ajans, iş hayatı, az önceki toplantı, şu an yaşadığımız kriz, hepsi bir oyun. Benim aklımın bir köşesinde hep bu durur. Yani içinde olmayı seçtiğim için şu an tüm bunları deneyimliyorum. Mademki bu oyunun içindeyim, onu layıkıyla oynamak benim için bir keyif. Ama hep aklımda tutuyorum, bu içinden çıkılabilir bir oyun. Bu hayatın gerçeği değil. Bunu bildiğim için de oyunun içinde olanlar beni hiçbir zaman germiyor, dünyamı başıma yıkmıyor.’’
O gün o arkadaşım bu konuşmayı yaparken ağladı. Sanki duymaya ihtiyacı olan böyle bir bakış açısı gibiydi.
Bir süre sonra o, başka –ama en az reklamcılık kadar stresli- bir kariyer seçti ve bağlantımız koptu. Birkaç sene önce, aradan yıllar geçmişken onan uzun bir mail aldım. Ajanstan sonra yaptıklarını, hayatını nasıl değiştirdiğini, yeni kariyerini bana anlatıyordu ve ‘‘O gün’’ diyordu, ‘‘O söylediğin şey benim hayatımı değiştirdi. Bu bir oyun. Bu bir oyun. Bunu asla unutmuyorum ve şimdi biliyor musun, insanlar bana bu stresli işi nasıl yapabildiğimi soruyor. Ben de onlara anlatabildiğimce anlatmaya çalışıyorum: Bu bir oyun!’’
Hayatla daha esnek bir ilişki kurabilirsek psikolojik iyi oluşumuz bundan yarar görür.
Ayşe Bilge Selçuk – Psikolojik Sağlamlık
Çok farklı yerlerden, çok fazla farklı insanla muhatap olduğum bir işim olması bana şunu öğretti: Hepimizin, her gün, her an, hiç düzelmeyecekmiş gibi görünen dertleri var. Kafamıza taktığımız, başkaları için incir çekirdeğini doldurmayacak sorunları var. Dışarıdan bakınca çocukça, aptalca görünebilecek konular bizim için kalbimizin derin karanlığına dönüşebiliyor. Hangi karanlığa gömüldüysek, sırf uzanıp basacak elektrik düğmesini biz o anda bulamıyoruz diye, o karanlığı sonsuz sanıyoruz.
Hem kendimde, hem başkalarında gördüğüm bu karanlıklarda, konunun hep bir bakış açısı meselesi olduğunu sürekli yeniden hatırlıyorum. Zor mu, elbette çok zor. İnsan kendi karanlığına gömülmüşken kendine ‘‘hadi bakış açımı değiştireyim’’ diyecek halde olamayabiliyor çünkü. Üstelik, bunu yanlış anlayıp toksik bir pozitifliğe evirmek zarar da verebiliyor. Burada konu ‘‘Hadi bakalım, gülümseyelim, iyi hissedelim.’’ haline geçmeye çalışmak değil. Tam tersi, tüm duygusal dayanıklılık öğretileri, gerçeklikle yüzleşmenin ve onu kabullenmenin öneminden bahsediyor.
İşte tam da bu yüzden ‘‘Bu bir oyun’’ mantramı seviyorum. Evet, bu karanlık bir gerçeklik. Evet ben bunu deneyimliyorum. Ama bu bir oyun, dünyada mümkün olan milyonlarca oyundan sadece biri.
Beni ayakta tutan, zor zamanlarda karanlıktan çıkaran fark etmeden hep bu oldu. Babamın o gösteriye beni götürürken söylediği, tarih dersinin önemsiz olduğu değildi. Okulun bir oyun olduğuydu.
Annemin, ‘‘her şeyin bir çözümü olduğunu’’ söylerken bahsettiği, her şeye kitabi bir çözüm bulunabileceği değil, aslında her şeyin bir oyun olduğuydu.
Belki stresli bir anınızda, bu formül sizin de elinizden tutar.
Asla ‘Tamam bitti, artık durmam lazım.’ Demeyen insanlarla yakınlaş. Zira kışın ardından bahar gelir, her şey döngüseldir, hiçbir şey bitmez.’
Paulo Coelho – Okçu’nun Yolu