Geçen hafta Erdal Uzunoğlu beni aradı. Ben de tam onu düşünüyordum o sırada. O akşam sahnede olacaktı ama ben yanında olamayacaktım. Telefonu “Akşama hazır mısın?” diye açtım. “Vauv, farkındasın! Ne kadar “var”sın Gözde!” dedi.
Ona o anda söyleyemedim ama bu hayatımda duyduğum en şahane iltifattı.
Dün onun etkinliğinde sahneye Cenk Akıncılar çıktı. Uzun zamandır Linkedin’den yazılarını takip ediyorum, çok severek. Ama sahneye ilk çıktığı saniye onu hemen beynimdeki “başarılılar” kümesine dahil ediverdiğimi fark ettim.
Benim başarıdan kastım hayatı dolu dolu yaşamaktır.
Cenk Akıncılar işini, insanla temasını, liderlikle nasıl hizmet edildiği anlatırken ben onun anlattığı her şeyin özünü dinliyordum: Karşımda “var” olan biri vardı. O an o sahnede tüm benliğiyle vardı, anlattığından çok iyi belli oluyordu ki işini yaparken de, yetiştiği tüm konuşmalarda, derneklerde, etkinliklerde de hep “var” oluyordu.
Dün aile dostumuz Erkan Özerman vefat etti. Erkan amcanın bende yeri çok özeldir.
Çocukluğumdan beri, beni elimden tutup yükseltmek, daha iyi bir hayat yaşamamı, hayata daha çok katılmamı sağlamak için bana müthiş nasihatler verdi, müthiş yollar açtı, müthiş bir rol model oldu.
Onun bana açtığı ve gitmem mümkün olan hiçbir yoldan gitmedim.
Beni dünyanın en önemli insanlarıyla sosyalleşecek ortamlara soktu, hiçbiriyle konuşmadan oralardan kaçtım. Üniversitede Paris’in en iyi okullarından birinde moda okumam için neredeyse yalvardı, evimi bile organize etti. Gitmedim. Beni yanında çok önemli, çok değerli sanatçıların yanına götürdü, götürmek istedi, ya gitmedim ya gittiğimde tek kelime etmedim.
Nasıl bir çocuktum çoğunuz biliyorsunuz. Hayattan kaçmak ve görünmez olmak için ne gerekirse yapardım. Erkan amcanın dışadönüklüğün zirvesinde yaşadığı, her gün binlerce insanın hayatına dokunduğu hayatı bana çok uzak hatta çok da korkutucu görünüyordu.
St. Michel’de okurken, Osmanbey’deki okulumdan çıkıp sık sık onun Nişantaşı’ndaki ofisine ziyarete giderdim. Müthiş bir önemle karşılanır, bundan da utanırdım. Orada onun çalışma temposuna, ofisin durmayan ziline, telefonuna şaşkınlıkla şahit olurdum.
Birlikte Paris sokaklarında gezdik, en önemli sanat eserlerini gördük, en şahane restoranlarda yedik, en kıymetli insanlarla inanılmaz sohbetler ettik. İstanbul’da, Fransız Sarayı’nda Legion d’Honneur’ünü alırken yine yanındaydık gururla.
Erkan amcayla ilgili en büyük üzgünlük ve pişmanlığım, benim sonunda dış dünyayla barışıp gerçekten “var” olmaya başladığım dönemlerle onun en aktif olduğu, beni de aktif bir dünya vatandaşı haline getirmek için elinden ne gelirse yaptığı yılların kesişmemiş olmasıdır.
O bana onlarca kez “Kızım kendini küçük görme”, “Kızım azına razı olma”, “Kızım hedefini yükseğe koy”, “Kızım hayal ettiğin her şeyi yapabilirsin” dedi.
O zaman bu dediklerinin hepsine burun kıvırıyor ve evimin bir köşesine saklanıp ömrümü sakince geçireceğimi hayal ediyordum.
Kendimi küçük görmek, kendime saygı duymamak uzun süre mücadele ettiğim bir varoluş şekliydi ve buna uygun olarak da hayatın köşesinde kalmak benim için zorunlu gibi hissediyordum.
Hayatımızda bizi elimizden tutup sahneye çekmeye çalışanlar olması müthiş, ama biz hazır olmadıkça onlar bin dil dökse nafile.
O zamanlar Erkan amcanın yaptıkları benim için işkence gibiydi, benim gibi köşesinden hiç çıkmak istemeyen, mümkünse görünmez olmak isteyen bir çocuk için yapmamı önerdiği her şey çok zordu.
Dün onun vefat haberini aldığımda ağladım istemsizce, hatta bayağı bir süre durup durup tekrar ağladım. Ama içimde bir yandan onu mutlulukla uğurlayan bir his vardı. Düşündüm, neden böyle diye. Çünkü o yaşamıştı. “Var” olmuştu.
Hayatın her dakikası ona emanet edilmiş bir külçe altınmış ve onu ziyan etmeye hiç hakkı yokmuş gibi yaşıyordu.
Yıllar sonra ben de aynı böyle birine dönüştüm.
Ve şimdi anlıyorum bana yaptırmaya çalıştığı her şeyin sebebini, çünkü o çok iyi biliyordu:
Hayatta “var” olmazsak, gerçekten yaşıyor olmazdık.
Dün akşam Cenk Akıncılar sahneye çıktığında, daha ilk cümlesinde, onun “var” olan bir insan olduğunu gördüm.
Erdal Uzunoğlu, her zaman gittiği her yerde nasıl bu kadar “var” olduğuna şaştığım biridir.
Dün akşam yanımda Merve’m vardı. Arkadaşlığımız 20 yıla yaklaşıyor ve kendisine gitme önerisi sunduğum, pop konserinden, dünkü etkinliğe, restorandan ofise nereye davet ettiysem Merve hep aynı müthiş enerjisiyle yanımda “var” oldu.
Enerjisine hayran olduğum tüm insanların böyle olduğunu fark ettim.
Konu iş hayatı olduğunda, var olmak liderliği aşan bir konu. İşteki başarıyı aşan bir konu.
Konu sosyal hayat olduğunda, var olmak birkaç arkadaşınla görüşmekten çok daha fazlası.
Var olmak, “Madem bugün uyandım, hayata ben ne katabilirim? Hayatın tadını nasıl çıkarabilirim? Yapmam gereken her şeyi en büyük layıkıyla nasıl yaparım?” diye uyanmak.
Hayatın “başımıza” gelmemesi, hayatı hediye olarak kabul edip bizim onu hakkıyla yaşamamız demek.
Hepimizin kalbinde pusulaları var. Bizi çekiştirip dururlar.
Sevdiğimiz kişilere, yerlere, işlere doğru.
Kimimiz her ne pahasına olursun o kalbimizin “evet, orası!” dediği yerlere ısrarla gitmeye devam ederiz.
Kimimiz “Zaman yok…” deriz. “Ben de var olurdum ama…” deriz.
Büyük Düşünmenin Büyüsü kitabında çok sevdiğim bir söz, “Küçük adamın sunduğu bahaneler, büyük adam tarafından da sunulması mümkün olan ama sunulmayan bahanelerdir.” cümlesidir.
Var olmak koşullara “rağmen” bir seçim ve hayatla bir kez böyle bir anlaşma yaptığımızda, koşullar var oluşumuza engel olamıyor.
Çay içerken de metroda giderken de var olduğumuzda hayat büyülü bir şekilde dönüşmeye, sanki büyümeye, genişlemeye başlıyor.
Kendini küçük görme kızım!
Dün Erdal, Cenk Akıncılar’a sahnede “Her yerde “var”sın, bir bakıyorum en ücra şubedesin, bir bakıyorum etkinliktesin, bir bakıyorum konuşmacısın, hepsine nasıl yetişiyorsun, zaman yönetimini nasıl yapıyorsun?” diye sordu. “Ertelemiyorum” diye yanıtladı Cenk Akıncılar. Müthiş basit fakat önemli. Çünkü ertelememek deyince hepimiz mesela, bir e-postayı göndermemeyi ertelememeyi, bir kargoyu yollamayı ertelememeyi anlıyoruz. Ama onun daha bütünsel bir ertelememe halinden bahsettiğini biliyordum.
Birine teşekkür etmeyi, bir problem varsa ona samimi bir ilgiyle yaklaşmayı, memnun olduğumuzda söylemeyi, ilgi duyduğumuzda peşinden gitmeyi ertelememek “var” olmanın çok önemli bir adımı.
Bu sabah Cenk Akıncılar’ın daha saat 8’de kendisinin benim kitabımı Linkedin’de paylaştığını gördüm ve şaşırmadım. Yine ertelememişti :)
Bugünlerde aynı soruyu ben de hep alıyorum.
Kurumsal hayatta çalışıyorsun. Blog yazıyorsun. Kitap yazıyorsun. Kitabın tanıtımı için hep bir yerlerdesin. Sosyal hayatından hiç geri kalmıyorsun. Çocuğun var. Ailen var. Hepsine nasıl yetişiyorsun?
Diyorum ki, evet yoruluyorum, ama bunların hepsini yapıyorum.
Çünkü bu benim için bir “var” olma şekli.
Hayatımın çok uzun bir bölümünü saklanarak,
Köşeye çekilerek,
“Beni mi dinleyecekler…”
“Benle mi ilgilenecekler…”
“Bana denk gelmez ki….”
“Ben başaramam ki….”
Bahaneleriyle geçirdim. Yani varken yok olmak için elimden geleni ardıma koymadım. Kaçtım, saklandım, yokmuş gibi yaptım, hep iç’imde yaşadım.
Uzun yıllar sonra dış dünyayla barışmış, iç’iyle dışı arasında bir köprü kurabilmiş biri olarak söylemek isterim ki, saklandığımızda, var olmamayı seçtiğimizde hayatın ÇOK büyük bir bölümünü kaçırıyoruz.
Henry Ford’un meşhur sözü; “İster yapabileceğinizi, ister yapamayacağınızı düşünün, haklısınız.”ı, bu yazı için biraz değiştirmek istiyorum:
İster “var” olduğunuzu, ister “yok” olduğunuzu düşünün, haklısınız.
Yok olduğunuzu düşünürseniz, oflayıp poflayarak uyanır, hayatın sizi birkaç görevle günün içinde sürüklemesine izin verir, ne yanınızdan geçen insanları fark eder, ne kimseyle iletişime girmeye zahmet eder, ne konfor alanınızdan hiç çıkmayışınızı dert edersiniz.
Var olduğunuzu düşünürseniz, her bir güne o gün hediyesini kabul ederek başlarsınız. Her yerde gözleriniz mucize arar. Gördüğünüz her insanda bir kıymet bulabileceğinizi bilirsiniz, yaptığınız her işin ancak kalbinizi koyarsanız farklı ve başarılı olabileceğini idrak edersiniz. Yarı pasif, yarı uyur halde hiçbir şey yapmazsınız, kahve bile yapsanız “var”sınızdır.
Dün Erdal sahnede, “iyi ki var”larınız kimler? dedi. İnsanların böyle sorularda akıllarına hemen en yakın arkadaşları gelir. Benim de geliyor. Ama sadece onlar değiller. Mesela eski iş arkadaşlarım Mehmet Uçan ve Senem Erdil geliyor hemen aklıma. Çok görüştüğümüz, sürekli konuştuğumuz için değil. Ama çok benzersiz bir ilişki kurduğumuz için: Birbirimizle “aman birlikte iş yapıyoruz” diye değil çok içten, birbirimiz için %100 var olduğumuz, insan olarak birbirimize çok derin bir kıymet vermeyi seçtiğimiz için. Böylece sığ bir iş ilişkisinin çok ötesinde birbirimizin hayatına sağlam, kalpten bir bağla katılmayı seçtiğimiz için.
Babama çocukken telefon açıp nasılsın dediğimde hep yarı buruk bir sesle “Ne yapalım be kızım, koşturuyoruz…” derdi. Oysa çok başarılıydı, çok zengindi. Neden bir türlü mutlu olmadığını anlamıyordum. Sonra bu ortalama cevabın biraz kültürel olduğunu anladım. Sanki çok iyiyim, müthişim, diye coşkuyla yanıtlamak ayıp karşılanacakmış gibi.
Sonra babam da değişti, çok uzun yıllardır “Nasılsın?” dediğimde “Bommmmba gibi!” diye cevap veriyor coşkuyla.
Eğer “var” olmuyorsanız, üstünüze yapışıp kalmış bir geleneksel ama yanlış düşüncenin (İdare etmek, aşırı da mutlu görünmemek, her şeyi dozunda yapmak, yok yere iş çıkarmamak vb.) siz esir almadığına emin olmanızı rica ederim.
Son olarak, dün akşam hepimizin “var” olduğu güzel etkinliğe ev sahipliği yapan Han Spaces’a teşekkür ediyorum.
Bugünün yazısı bambaşka bir konu olacaktı. Ama Erkan amcanın vefat haberi, ardından da dün akşam olanlarla, bu “var” olma meselesi geldi kalbimin ortasına oturdu. O yüzden o yazı bir başka sefere kaldı.
Siz de bu bloğu okuduğunuz için, hele etkinliklerde gelip “Ben bloğunuzu takip ediyorum.” Dediğiniz için, zamanınız, enerjiniz kısıtlıyken Özgün Yanınızı Kutla’daki içeriklerle var olmayı seçtiğiniz için sonsuz teşekkürler.
Bugün şimdi başlayarak “var” olmaya var mısınız?
Gene içi dolu dolu içimi, beynime, kalbime işleyen harika bir yazı. Var olmak , var olmayı seçmek, var olarak mutlu olmak çok değerli.