Kronik “yarım bırakıcılar” için psikolojik sağlamlık
Çalıştığım şirketin psikoloji bülteninde bu ayın konusu psikolojik sağlamlık. Benden de bu konuda bir yazı yazmamı istediler. Fakat kendileri konuyla ilgili tüm kaynakları, tanımları öyle iyi toplamışlardı ki, işim zordu. Konuya niş bir perspektiften yaklaşmam gerekiyordu. Ben de yine kendimden örnek verebileceğim ne olabilir diye düşündüm ve “yarım bırakma” konusuna, psikolojik sağlamlık penceresinden baktım.
Logowell bültenimizde, sadece şirket çalışanlarımız için yayınlanan bu yazıyı, sizlerle de bu bültende paylaşmak istedim. Keyifli okumalar!
Size, konu psikolojik sağlamlık olduğunda çok konuşulmayan ama çok kişinin takıldığı ana bariyer olan “yarım bırakma” konusundan bahsetmek istiyorum.
Konu yarım bırakmak olduğunda söz söyleme hakkını kendime tanımamın sebebi, ergenlik ve ilk gençlik yıllarımda benim de sağlam bir yarım bırakıcı olmuş olmam. O zamanlar mottom “siyah – beyaz”dı.
Bir şeyi ya harika yapar ya da eğer ortalama yapıyorsam, ilk yapışta müthiş bir şey başaramıyorsam hemen bırakırdım.
Vazgeçmek benim göbek adım gibiydi.
İlgiyle başladığım onlarca kursu yarım bıraktım. Girdiğim öğrenci kulüplerinde başladığım tiyatro oyunlarını, başladığım müzik kulüplerini yarım bıraktım.
Kaç kez bir kitap yazmaya, blog açmaya niyetlenip yarım bıraktım. Hayat hikâyem hevesle başlayıp yarım bıraktığım nice güzel anıyla doluydu.
Tabii ben yarım bıraktıktan sonra devam edenlerin ortaya çıkardıkları oyunları, konserleri, edindikleri becerileri uzaktan izlerken hüzünleniyordum. Ama bu hüzün, bir sonraki hamlemi yine yarım bırakmama engel olamıyordu. Peki neden her şeyi yarım bırakıyordum ve psikolojik sağlamlığın bununla ne ilgisi vardı?
Sorun varsa, ben yokum!
Bir şeyi yarım bırakmayıp devam etmek, onunla iyi ve kötü günlerde başa çıkmaya niyet etmek demektir.
Şunu anlamak kıymetli:
Bir şeyi yapıyorsak, mutlaka bize bir faydası olduğu için yapıyoruz.
Benim de hızlı ve kronik bir yarım bırakıcı oluşumun arkasında; kendimin başarısız haliyle hiç karşılaşmama arzum vardı.
Kendimi hep başarılı, iyi, mutlu, güçlü görmek istiyordum ve bu imaja karşıt olacak her durumdan yangından kaçar gibi kaçıyordum.
“Sorun” benim için tenime batırılan bir diken anlamına geliyordu: Nerede bir sorun çıkarsa, ben oradan yok oluyordum. Bir tiyatro kursunda sahneye çıkıp da çuvallamak; bir ilişkide tartışma çıkması, bir derste diğerlerinde olduğu gibi çok başarılı olamamak… Bunlar başıma geldiğinde benim tepkim netti: “Buradan arkana bakmadan kaç”.
Bir şeyi yarım bırakmanın arkasındaki umut, onun yerine koyacağınız yeni deneyimin sorunsuz olmasına dair duyduğumuz umuttur.
Yeni olan ilk başta sorunsuzdur, ilk günler, ilk denemeler, ilk dersler, yazarken ilk sayfalar kolaydır. Fakat sonra işler mutlaka çetrefilli hale gelmeye başlar. Bir şeyi yarım bırakmayıp devam etmek, onunla iyi ve kötü günlerde başa çıkmaya niyet etmek demektir.
Kendi adıma “yarım bırakanlar” kulübünden somut olarak ilk ayrıldığım zaman, ilk işimdi. Hayal ettiğim reklamcılık dünyasında çok zor çalışma koşulları, büyük bir stresle karşılaştığımda, yine çantamı koluma takıp gitmeye niyetlenmiştim ki o zaman ilk kez, kendimi durdurdum. O an benim için büyük bir seçim anıydı. Ya okul yılları boyunca hayalini kurduğum bu sektöre, sorunlarıyla yüzleşmemek adına birkaç ay sonra veda edecek ya da dişimi sıkıp devam edecektim.
Ne şanslıyım ki o dönem, vazgeçmek ve vazgeçmemekle ilgili harika bir kitap okudum ve harika bir öğüt çıktı karşıma:
“Vazgeçme!” ne kadar kötü bir tavsiye. Sanırım bu tavsiyeyi veren, aslında şunu kastetmek istemiştir: “Sırf anlık stresiyle başa çıkamadığın için, uzun vadeli potansiyeli olan bir şeyden asla vazgeçme.” İşte bu, iyi bir tavsiye.
Seth Godin, Dip – Vazgeçmeyi ve Vazgeçmemeyi Öğreten Küçük Bir Kitap
Bir şeyi yarım bırakmama ve sorunlara rağmen devam etme deneyimi bana çok önemli bir kazanım sağladı: “Sorun”un anlamının değişmesi.
Sorunları oyun hamuru yapmak
Ben kendi deneyimimde, yarım bırakmanın tek panzehrinin, sorunları “kaçılması gereken” olarak tanımlamaktan vazgeçmekte buldum.
Ne zaman yarım bırakmayı seçiyor, psikolojik sağlamlık göstereceğimize pes ediyor, “yine de devam” demek yerine “vazgeçtim” diyorsak, orada bir sorundan kaçıyoruz.
Çünkü sorun hepimizin kafasında “kötü” olarak tanımlı. Sorunlar bizi, içimizde sevmediğimiz, güçsüz ve başarısız kendimizle yüzleşmek zorunda bırakabiliyor. Sorunlar bizi sevmediğimiz hislerle aynı odada uzun süre baş başa oturmaya zorlayabiliyor. Sorunlar, hep bulunmak isteyeceğimiz mutlu, huzurlu, toz pembe dünyadan bizi bir süreliğine uzaklaştırıyor.
Ben kendi deneyimimde, yarım bırakmanın tek panzehrinin, sorunları “kaçılması gereken” olarak tanımlamaktan vazgeçmekte buldum. Önce, sorunları “kabul eder” biri haline geldim. Bir sorunla karşılaşınca artık tüm hızımla kaçmak yerine orada kalıyordum, o sorunu sabırla yaşıyor, çözüyor ya da geçmesini bekliyordum. Biliyorsunuz, tıpkı fiziksel kaslarımız gibi psikolojik kaslarımız da onları çalıştırdıkça güçleniyor.
Ben de bu “sorunlarla birlikte yaşama, onlardan kaçmama” kasım güçlendikçe, kendimi bir sonraki seviyede buldum: Sorun çözmekten zevk almaya başlamak!
Bir baktım, onlardan kaçmaya kaçmaya, sorunları çözmeyi sever biri haline gelmişim, dahası, sorunları artık birer oyun olarak görüyorum. Tıpkı bir oyun hamuruyla oynar gibi, bir sorunla karşılaştığımda onu başka ne şekle sokabileceğime, farklı bakış açılarıyla nasıl çözebileceğime dair bir oyun başlamış oluyor benim için.
Sorunları kapkaranlık, belirsiz, tatsız tuzsuz ve hayatı sekteye uğratan konular olarak gördüğüm zamanlar, sorun yaşadığım konuları yarım bırakmak, kendime yarattığım toz pembe dünyaya geri dönmenin tek yolu gibi gözüküyordu.
Oysa sorunlara, bir oyun hamuru gibi oynayıp onlara çözülecek yeni ve zevkli birer soru olarak bakmaya başladığımda, onlardan kaçmaktan, onları gördüğümde yoldan geri dönmekten vazgeçtim. Sorun çözmenin tıpkı bilmece çözmek gibi, gerçekten keyif verebileceğini, üstelik sorun çıktığında kaçmak yerine onu çözüp ilerlemenin ödüllerinin de çok büyük olduğunu gördüm.
Her sorun, bir hediyedir. Sorunlar olmasaydı, büyüyemezdik.
Tony Robbins
Sorunlarla barışmak ve hatta onlara alışmak, dahası onları çözmekten zevk almaya başlamak, psikolojik sağlamlığı oluşturan birçok temelden besleniyor: Gerçekleri olduğu gibi kabul etmek, kırılganlığa açık olmak, esneklik.
Pişmanlıkla ilgili yazdığı kitapta, insanların geriye dönüp baktığında en çok nelerden pişman olduğunu araştıran Daniel Pink şöyle diyor:
“Zaman içinde, insanlar yaptıkları şeylerden çok, yapmadıkları şeyler için pişmanlık duyuyorlar. Alınmayan aksiyonlardan dolayı duyulan pişmanlık, yapılanlardan dolayı duyulan pişmanlıklardan çok daha yaygın.”
Daniel Pink - Pişmanlığın Gücü
Bu sözü konumuzla ilgili okuduğumuzda, bize tek bir öğüt veriyor: Uzun vadede, sırf sorunlarla yüzleşmemek için yarım bıraktığımız konulardan duyacağımız pişmanlık; o sorunların üstünden atlarken yapabileceğimiz hatalardan, hissedeceğimiz kötü duygulardan duyacağımız pişmanlıktan çok daha büyük olacak.
Öyleyse sorunları çözmeyi sevmeyi bir oyun haline getirmek, hayatımızı daha zengin kılabilir ve uzun vadede daha tatminkâr bir hayat yaşamamızı sağlayabilir. Bu hafta karşılaşacağınız ilk problemde, vazgeçip arkanızı dönmek yerine, çıkan sorunu bir hediye gibi kabul edip, onu çözme sürecini bir oyuna dönüştürmeye ne dersiniz?
Birkaç ek not
Onedio’da yeni yazım yayınlandı
Geçtiğimiz hafta Onedio’da, tüm dünyanın kalbini kıran, Matthew Perry’nin ölümü üzerine bir yazı kaleme aldım. Aslında ağladığımızın, Matthew Perry’nin erken ölümüyle birlikte, kendi ütopik “friends” grubumuza hiç sahip olmayacağına dair o sinyal de olduğunu yazdım. Buradan yazıyı okuyabilirsiniz.
Ah müzik, ne çok özlemişim seni!
Şu yazımı okuduysanız hatırlarsınız ki içimde hep uyuyan aslan olan bir müzik aşkım var. Gençlik yıllarında hayalini kurduğum gibi bugün sahnelerde müzik yapıyor olmasam da, en azından konserleri çok sıkı takip eden biriydim. Pandemiyle birlikte benim için de bu sürece uzun bir ara verildi.
Geçen hafta oğlumu, Baby Concerts ile Cumhuriyetin 100. Yılı etkinliğine götürdüm. Hikaye anlatımı içeren bir konser bu. Müzikten, müzikallerden, baleden hiç hoşlanmayan oğlumun pek hoşlanmadığı, benim ise izleyen diğer kız çocuklarıyla birlikte zevkten dört köşe olduğum harika bir etkinlikti.
Canlı canlı klasik müzik dinlemeyi ne kadar özlediğimi fark ettim. O günden beri YouTube’umda her zaman -bu yazıyı yazarken de- Viyana Flarmoni Orkestrası konser kesitleri açık. Sanki kalbimin tıkanmış bir bölümüne lavabo aç dökmüş gibi hissediyorum. Tutkulu olduğunuz ama bir süredir yabana attığınız şeyler varsa siz de bir silkeleyip hayatınıza alın derim, canlandırıyor, en özgün yanımızı hayata geri döndürüyor, içimizdeki çocuğu sevinçten zıplatıyor.
Not 1: Viyana flarmoni orkestrası konserlerinin tamamının kaydının medici.tv’de olduğunu bu süreçte keşfettim. Ücretli üyelik karşılığında sunuyorlar, fakat meraklısı için harika bir arşiv.
Not 2: Tabii Baby Concerts ile depreşen “canlı” klasik müzik konseri arzum için de bir yandan İstanbul’daki klasik müzik konserlerini araştırır haldeyim. Tavsiyeleriniz varsa ne güzel olur! Ben de buldukça, deneyimledikçe size yazacağım.
Not 3: Oğlumun hain planımı anlaması uzun sürmedi, “Anne sen bu bileti kendin için almışsın, benim için değil ki! Böyle şeyleri sen seversin, ben değil!” dedi çıkışta. Affet Caniko, bir kere de sen beni etkinliğe götürmüş oldun çok mu :)
Raflarda buluşmamıza çok az kaldı!
İlk kitabım olan “Affedersiniz İçedönük”ün raflarda yer almasına sayılı günler kaldı. Bu kadar heyecanlanacağımı, süre bu kadar yaklaşmadan bilmiyordum. Pek yakında bülten üyeleri olan sizlere özel, kitapla ilgili daha fazla bilgiyi önden göndereceğim. Takipte kalın;)