Nasıl dengede kalırsın?
Nasıl dengede kalırsın?
Bu yazı için soruyu bana gönderen sevgili Ayşe Hanım’a teşekkürler.
-
2013 yılında, koçluk eğitimindeyiz. Eğitime özel olarak hazırlanmış bir envanter dağıtılıyor. Hepimiz doldurduktan sonra, puanlama sistemi açıklanıyor, buna göre hangi alanlarda hangi puanları aldığımızı hesaplayacağız. Bu hesaplamayı yapınca, kâğıt üzerinde görsel bir grafik de oluşmuş oluyor; ortalamadan yukarıda ve aşağıda olan değerlerinizi çizgide sapmalar olarak görebiliyorsunuz.
Hepimizin grafiklerinin oluşması bitiyor ve gülerek fark ediyoruz ki, sadece bende olan bir durum var; benim çizgim dümdüz. Sağa ya da sola doğru eğrilen hiçbir kısım yok. Yanımda oturan arkadaşım bunu görüyor, ‘Vay!’ diyor, ‘Ne kadar dengedesin!’
Onun övgü tonuyla söylediği bu cümle, benim bir anda içimi daraltıyor. Ne kadar da sıkıcıyım! diye düşünüyorum. Sonuçta insanları bazı konularda uçlarda olmaları ilginç kılar. Bense programlanmış bir Stepford Wive gibiyim anlaşılan!
--
Sene 2018. Çok dengeli hayat çizgimden sapmaya cüret ettiğim bir dönem. Büyük bir hevesle, kurumsal hayattan ayrılıp kurduğum danışmanlık şirketim, işler iyi gitse bile benim için gerçek bir hapishaneye dönüşmüş durumda. Gitgide, başarılı giden bir iş olsa da, her saniyesinden nefret ettiğim bir deneyim haline geliyor. Bunun birçok sebebi var, büyük bir sebep maddi belirsizliğe karşı tahammülsüzlüğüm. İkincisi, işin kendisini yapmaktan çok, zamanımın %90’ını operasyonel konulara ayırmak zorunda kalmak. (Bu konunun detaylarını merak ettiyseniz, aşağıdaki “Neden kendi işini yapmamalısın?” makalemi okumanızı öneririm.)
Fakat biliyorum ki, beni hepsinden çok bezdiren ana konu, DENGEmin bozulması!
2018 sonunda yazdığım bir günlük sayfasına birden şu cümleyi not alıveriyorum:
‘Başarının sırrı istikrar, mutluluğun sırrı denge.’
O an fark ediyorum ki, hayatta en önem verdiğim şey hep denge olmuş. Ne pahasına olursa olsun dengemi korumak için büyük emek sarf etmiş, kariyer, arkadaşlık seçimlerimi bile buna göre yapmışım. Bu biraz da benim bir içe dönük olmamdan ve enerjimi dengeleme ihtiyacımın benim için elzem olmasından kaynaklanmış olabilir.
Dengeden kastım;
-Kendime ayıracak kişisel zaman
-İlişkilere ayıracak zaman
-Çalışma zamanı
-Keyif zamanı
-Spor
Fark ediyorum ki, hep sevdiğim şeylerin hepsinin sepetimde olduğu ve hepsine eşit yer açtığım bir hayat için çalışmışım. Haliyle uzmanlık alanım da dengede kalmak oluvermiş.
Dengede kalmak bir mücadele işi
Çokça bahsettiğim, hatta Bahşetmeyecekler yazımın konusu olan, çok önemsediğim bir bakış açısı: (bence dengeyle ilgili tüm konu bununla başlıyor) Denge, pasif bir durum değil. Tam tersi, bir mücadele işi.
Eğer dengede kalmak istiyorsanız, çok sağlam bir gardiyan olmanız gerekiyor.
Zamanınızın gardiyanı.
Duygu durumunuzun gardiyanı.
Vereceğiniz emeğin gardiyanı.
“Tamam, şimdi yoruldum” diyeceğiniz anda daha fazla yük kabul etmeme gardiyanı.
Dengenin hiçbir zaman kendi kendine oluşmadığını bilmek önemli. Üstelik bunun hayat tarzınızla da pek ilgisi yok. Genellikle denge kuramadığımızda, bunun yoğun iş, annelik, ev işleri, kendi gündemlerimiz, aile sorumluluklarımız vb. gibi üst üste binen sorumluluklardan ötürü olduğunu düşünüyoruz. Oysa, eğer biz izin verirsek en sakin hayatlarda hatta tatilde bile dengemizin her zaman bozulabileceği bir alan rahatlıkla var.
Peki neyi koruyacağız?
Dengede kalmak için önce bir adım geri gidip, dengeden kastımızın ne olduğunu keşfetmemiz gerekiyor. Genel tanımıyla dengede kalmak, sosyal, fiziksel, zihinsel, spiritüel, ekonomik anlamda dengede olmak olarak açıklanıyor. Fakat burada çok önemli bir konu, bunun kişisel bir plan olduğu.
Neye, ne kadar ihtiyacınız olduğunu ancak siz belirleyebilirsiniz ve dolayısıyla kişisel denge formülünüzü de mutlaka siz yazmalısınız. Belki sosyallik sizin için her güne biraz dahil olmazsa olmazdır, ama ayda bir kitap okusanız da yeter. Belki gün içinde okumaya en az 20 dakika ayırmazsanız kötü hissediyorsunuzdur, yalnız zaman geçirmeye çok ihtiyaç duyuyorsunuzdur ama dengede kalmak için de haftada bir sosyalleşmeniz gerekiyordur.
Tüm bilgileri Google’lamaya ve cevapları dışarıdan bulmaya alıştığımız bir dönemde, denge formülünüzü kimsenin eline bırakmadan, kendiniz yaratın. Bu da bizi öncelikler konusuna getiriyor.
“İstediğin herhangi bir şeyi yapabilirsin, ama istediğin her şeyi yapamazsın.”
David Allen’ın bu sözüne bayılırım. Çok basit olsa da bu çok karıştırılan bir konu. Kişisel gelişim endüstrisi bize ne istersek olabileceğimizi, ne istersek yapabileceğimizi, ne istersek elde edebileceğimizi bolca pompaladı. Fakat elimizde belli bir zaman ve enerji kaynağı olduğunu unutmamalıyız. Seçmemiz gerekiyor, hem de en çetin seçimden.
Mesela, şunların hepsini olabilir misiniz? Çocuğunun tüm yemeklerini kendisi pişiren bir anne; yoğun bir kariyerde oradan oraya koşan bir iş insanı, evini daima düzenli tutan biri, şarkı söyleme hobisini asla yabana atmayan bir şarkıcı, arkadaş buluşmalarını hiç aksatmayan vefalı bir lise arkadaşı… Böyle bir program, muhtemelen insanı ancak tükenmişliğe hızlı trenle götürür.
Seçmenin zorluğu; bazı şeylerde kötü olmayı özellikle seçmek gerekliliği.
Hiç istemesek de bunu bilinçli olarak yapmamız gerekiyor. Neleri kötü yapacağız? Bunu biz bilinçli olarak seçmezsek dahi, otomatik olarak belirlenecek. İster istemez, en iyi yaptıklarımız en büyük enerji ve zamanımızı alacağı için, diğer yaptıklarımız daha kötü yaptıklarımız olacak. Yukarıdaki listeyi düşünün, nelerin notu biraz düşebilir? Ev biraz dağınık kalsa sorun olur mu mesela? Ya da işteki her gönüllü katılımlı projede en önde bayrağı tutan siz olmasanız olur mu? Çocuk haftada bir dışarıdan sipariş edilen yemeği yese fark eder mi?
Nelerde ‘en iyi’, nelerde ‘ortalama’, nelerde ‘yetecek kadar’ performans göstereceğimizi seçmek gerekiyor. Peki, neyi ne kadar önemsediğimizi nereden bileceğiz?
Gerçekten istiyorsan, bir yolunu bulursun.
İngilizlerin çok sevdiğim atasözü bu, orijinaliyle, Where there’s a will, there’s a way.
Önceliklerini keşfetmek için bir değerler listesinin başına oturup kalemle değerler işaretlemekten çok daha hızlı bir yol, neleri her şeye rağmen yaptığını keşfetmek. Son 1-2 haftaya bakmak bile yeterli olacaktır.
İnsan bazı şeyleri, önüne ne engel çıkarsa çıksın her şeye rağmen yapar, fark etmeden ona ayırdığı zamanı canı gibi savunur.
Belki günde 10 dakika yürüyüştür, belki çocuğunun sabah kahvaltısında mutlaka yanında olmaktır, belki 2 sayfa da olsa okumaktır. Bu, hayatın türlü karmaşaları, aksilikleri bir araya geldiğinde dahi fark etmeden hep devam ettirdiğin rutinlerin, eleğin üstünde kalan bu birkaç şeye şu gözle bakmak gerek;
-Bunlar ya senin temel değerlerinle ÇOK yakından ilgili ve gerçekten öncelikler listenin en başında olan değerler.
-Ya da kendini sorgusuz sualsiz mecbur hissettiğin ve istemesen de zorla önceliklendirdiğin şeyler.
İlk maddedekiler, yani kalbinden coşkun bir istekle, tamamen kendin olduğun için, fark etmeden önceliklendirdiğin ve her koşulda otomatik olarak önceliklendirmek için büyük çaba sarf ettiğin şeyler nelerse, onlar senin gerçek önceliklerin.
Sonra, geride kalan listeye bakmak gerekiyor, önceliğin olmayan listeden eleyecek neler var? Bunu keşfetmek için, zamanını nasıl harcadığına bakmak iyi bir egzersiz.
Zaman nasıl harcanmaz?
Koçluk yaptığım danışanlarıma hep yaptırdığım bir egzersiz, sıradan bir günlerinin nasıl geçtiğini en küçük detayına kadar not aldırmak olur. Genelde ben bu ödevi verir vermez cevap gelir: “Gözlemlememe hiç gerek yok ben size söyleyeyim, sabah işe giderim, sonra…”
Zamanımızı rutin bir günde nelere harcadığımızı çok iyi bildiğimizi sanırız, ama gerçek böyle değildir.
Listeler yazılınca, büyük şoklar yaşanır.
Çünkü mesela, 1,5 saatlik ‘Instagram’da gezinme’ zamanları çıkar ortaya.
Evi şöyle bir toparlamak, sofrayı kurup kaldırmak, küçük ev işleri için 2 saat.
Bu liste böyle uzar gider.
Zamanımızı en çok, aynı fark etmeden küçük paraları harcar gibi harcıyoruz. Ay sonunda kart ekstrenize baktığınızda, en büyük harcamanızın o ay aldığınız büyük bir şey- mesela bir mont, ayakkabı, takı vb. değil de, kahve harcamalarınızın toplamı olduğunu hiç fark ettiniz mi?
Zaman harcama konusunda da durum tam olarak böyle.
Sanıyoruz ki iş, sosyallik ve günlük ihtiyaçlar arasında günümüzü üçe bölüyoruz. Hâlbuki günü genelde 18’e, 22’ye, 30’a bölüyoruz. Küçük, dikkat dağıtan, önemsiz ve enerjimizi çalan zaman kaçıklarını devreden çıkarmak, önemsediğimiz değerler arasında dengede kalmak için alan açıyor.
Bunu yapmazsanız kimse ölmeyecek
Annelik, benim yazının başında bahsettiğim düz çizgideki mükemmel denge durumuma yediğim en ağır darbe oldu. Bir sabah uyandım ve artık hiçbir şey dengede değildi. Zamanım, enerjim elimden alınmaya başladı, ne yapsam yetmiyordu, uyuyamıyordum bile ve sanki kendimle ilgili ne varsa hayatımdan çalınmış gibiydi.
Benim için çok, çok, çok zor bir dönemdi. Aynı girişimcilikte olduğu gibi.
İpleri elimde tutamadığım, zamanımı ve enerjimi kaptırdığım bir dönemdi.
Girişimcilikte sorunu, şirketimi kapatıp dengeli kurumsal hayata dönmekte bulmuş ve çok mutlu olmuştum.
Fakat annelikte yoktu böyle bir seçenek.
Bir gün, tükenmişlik duvarına çok sağlam çarptığım bir an, mama hazırlamak için suyun ideal sıcaklığa gelmesini bekliyordum. İçimden bir ses bana bağırdı “Yeter artık, şu ideal sıcaklığı boş ver! Biraz daha soğukken içse de çocuğa bir şey olmayacak!”
Sonra, dengeye geri gelebilmek için, eğer ben yapmazsam kimsenin ölmeyeceği şeyleri yapmayı bir süre durdurmaya karar verdim.
Bununla birlikte, bebeğin, kocamın, ailemin, evin, benden beklediğini düşündüğüm ve kendimi uğruna helak ettiğim işlerinin birçoğunun, benim kendime yaptığım bir sosyal baskıdan ibaret olduğunu anladım. Kafamdaki ideal anneye yetişmeye çalışıyor ama her seferinde koşarken düşüyordum. Yetişmeye çalışmamaya karar verdim. Ve birden, dengenin o çok sevdiğim yumuşaklığı yavaş yavaş tekrar hayatımda belirmeye başladı.
Hayır demek
Enerji kaçaklarını tespit ederken öğrenilecek en önemlilerden biri. Benim gibi kronik bir memnun ediciyseniz, kendinizi bu konuda epey eğitmeniz gerekecek. Her kahve davetine, her işle ilgili yardım isteğine, her toplantı davetine, her etkinlik çağrısına, her destek talebine evet diyerek dengede kalmak hayal oluyor.
Benim için hayır demek hala çok zor. Ama, neden hayır dediğimi bilmek beni cesaretlendiriyor: Buna hayır diyorum çünkü, demezsem çok önemsediğim şuna zaman kalmayacak.
Ek bir konu: Dengede kalan, başarısız mı olur?
Dedim ya, denge benim hassas damarım. İş seçimimden eş seçimime kadar her şeyi denge ekseninde yapmışım, gerçekten en önemsediğim değerim. Peki bu denklemin içinde başarı nerede durur?
Geçenlerde Mümin Sekman, çok ilgimi çeken bir Linkedin gönderisi yayımladı.
Orta sınıfın başarı davranışlarını karakterize eden şey “denge”lilik. Hayatta sürekli “denge” peşinde koşanlar orta sınıf olur, orta sınıflar dengeci olur.
Orta sınıfın, “denge” arayışının onları olağanüstü başarılar kazanmaktan alıkoyduğunu dün anlattım.
En alt sınıftan gelip, orta sınıfların arasından geçip, en üst sınıfa çıkanların ortak özellikleri bir şeyi abartmış olmalarıdır. Bir şey seçer, o şeyler dolar, o şeyle yaşar, o işte en iyi olurlar.
Orta sınıflar onlara bakar ve “bu da X ile kafayı bozmuş” derler:)
İşte orta sınıflara bunu söyletmeniz, başarılı olacağınızın öncü göstergesidir.
“Bu da kafayı X ile bozmuş” dedirtemiyorsanız, büyük ihtimalle büyük işler başaramayacaksınız:)
Ortalama orta sınıf insanı, zaman, enerji ve odağını 10 şeye dengeli dağıtır. Sıfırdan zirveye gidenler, bir şeye yüzde 1000 dikkat, odak ve enerji koyarlar. Böylece, o işte herkesi yenecek hale gelirler. İşte bu daraltılmış odak, tünel görüşüne geçiş ve derin çalışmalar rekabet üstünlüklerinin temeli olur.
Mutlaka doğrudur. Mümin Sekman, Rağmenciler kitabının başında da, Aziz Sancar’ın başarı öyküsünü anlatır, bu tanımıyla tam uyuşmaktadır. Hayatta başka hiçbir şeyi önemsemeden ne aşk hayatını, ne sanatla ilgilenmeyi, ne iyi bir evde yaşama lüksünü, sadece ama sadece ilgilendiği alanda sıra dışı bir başarıyı elde etme peşinde koşmuştur o. Ve sonunda başarmıştır.
Burada konu, “başarı”nın hayatınızda nerede durmasını istediğinize geliyor, bu da başka bir yazının konusu olsun. Körü körüne başarmak, ne olursa olsun başarmak, tam olarak şu hedefi vurmak amaç olduğunda, evet insan bunu mutlaka başarabilir. Bunu yapmak için, yani hayattaki diğer her şeyi eleyip sadece o başarmak istediğimiz tek şeye odaklandığımızda bunu gerçekten yapabileceğimize inancım tam, çokça kanıtlanmış bir durum. Ama benim kendi perspektifimden merak ettiğim tahmin edeceğiniz üzere şu: Bir Nobel ödülünü, bir Oscar’ı ya da bir Guiness Rekorunu elinde bulunduran kişinin içinde durum nasıldır? Mutlu mudur, iyi hissediyor mudur, dolu dolu mudur içi? Yoksa o hayatı boyunca diğer her şeyden vazgeçerek peşinde koştuğu ödüle ulaştığı an, hayatının anlamı da kayboluyor ve tüm değerler listesi un ufak oluyor mudur?
Bu soru açık kalsın, ama Jim Carrey’nin sevdiğim sözüyle bitirelim:
Umarım bir gün herkes ünlü ve zengin olur. Hayal ettiği her şeye kavuşur ve böylece asıl cevabın bu olmadığını anlar. Jim Carrey.