Ya umursamadığını sandığın şey, en çok umurunda olansa?
“Eğer seninle ilgilenmiyorsa, senden hoşlandığı içindir.”, ortaokuldaki boynu bükük platonik aşıklara verilen teselli ödülü cümlesidir.
Gerçek olduğuna ne söyleyen ne dinleyen inanır ama yüreklere su serper işte. Derler ki, “Hoşlandığın çocuk / kız seninle konuşmuyor mu? Hiç ilgilenmiyor gibi mi görünüyor? İşte, o senden çok hoşlandığı için. İnsan çok hoşlandığını özellikle umursamıyormuş gibi görünür.”
Bunu bir teselli ödülü sanırız fakat yanılırız. Tespit genellikle yanlış değil, doğrudur.
Sizi hiç umursamıyor görünen kişi, size gizlice aşık olan kişi olabilir.
Fakat bugün konumuz aşk değil, hayattaki tutkularımız.
Mantıklı gelmeyecek sebeplerle de olsa, çok umursadığımız bir şeyi, hiç umursamıyormuş gibi davranabiliriz.
Üstelik, bundan kendimizin de haberi olmayabilir ve sapla samanı ayırmak yıllarımızı alabilir.
Lise 2’de, psikoloji kitaplarıyla tanıştığım andan beri kararım çok netti:
Ben üniversitede psikoloji okuyacaktım. Üstelik, bu benim için bir isyandı; çünkü başına geçmem beklenen tekstil fabrikasına hizmet etmek üzere, Paris’te ünlü bir moda okuluna kaydettirilmiştim bile. Ailenin tek kızı olarak öncelikle benim için çizilen bu parlak yolu elimin tersiyle itmem gerekiyordu.
Üstelik, çekirdek ailemde iş hayatında bulunan tek kişi babamdı ve ona göre de benim hep çok ilgimi çeken psikoloji - yazı – çizi – sanat işleri bir iş değil, hobiydi. Onun nezdinde iş sınıfına girebilecekler; ticaretti, üretimdi, satıştı. Diğer her şey ancak hobi sınıfına girebilirdi.
Bu sava bütünüyle karşı çıkacak gücüm olmadığı ve aslında bunu duya duya artık bu düşünce benim için sadece babamın fikri değil, kendi iç sesim haline geldiği için; psikoloji okusam da kendime gerçek bir iş seçmem gerektiğini biliyordum. Böylece sanatsal tutkularıma da psikolojiye de yakın bir gerçek iş olan reklamcılığı seçmeye karar verdim.
O sessiz sakin kız bunu nasıl başardı bilmiyorum ama, öncelikle birçok genç kızın hayali olacak -benim ise kalbimi sıkıştıran- moda sektöründen sıvışmayı, ardından da üniversite sınavı sonrası tüm tercihlerimi psikoloji bölümünden yana kullanmayı başardım.
Sınav sonucu açıklandığında, ilk tercihimi kazandığımı öğrendim: Koç Üniversitesi, psikoloji!
Psikoloji okumak benim için çok erken, çok net, çok doğru bir karardı. Kendimle özdeşleşen, tutkulu olduğum bir bölümdü. Uğruna savaş verdiğim bir peri masalı gerçeğe dönüşüyordu. Birinci sınıftaki psikoloji kitaplarını ilk aldığım günü hatırlıyorum, mutluluktan mest olmuştum. Benim için okuması büyük bir zevk olan kitaplar, okul kitabım haline dönüşmüştü. Bundan güzel bir hayat olur mu?
Fakat bilirsiniz engebeler hayatın olmazsa olmazı. Benim de daha ilk sınıftayken karşıma çıktılar ve ben tökezledim. Bir romantik ilişki – ayrılık; ardından bana vaat ettiği fabrikalarıyla feci bir iflas yaşayan babam ve uzun sürecek maddi sıkıntılar derken, kafam darmadağın oldu.
Artık ne yaptığımı pek bilmiyordum, tek odağım kendimi orta seviyede idare edecek kadar toparlayabilmekti. Odağım dağılmıştı, derslerime konsantre olamamaya başlamıştım. Tutkularım değişmemişti ama, onlara verecek enerjiyi kendimde bulamıyordum. Psikolojik sağlamlık bakımından en dipte olduğum dönemdi, düştüğüm çukurlardan kendimi asla çıkaramıyor; yeni yalnız ve parasız halime alışamıyor, bunlar düzelmedikçe bir çıkış noktası olmadığına inanıyordum.
Ben de kendime bir umursamama masalı uydurdum.
Bu masal, tam da iflas haberini aldığım dönemde heyecanla hazırlandığım Erasmus başvurusunu kimselere söylemeden yırtıp atmakla başladı. Aynı küskünlüğü derslere de taşımamla devam etti.
Üniversitedeki derslerimi artık umursamıyordum, çünkü ben zaten reklamcı olacaktım.
İlkokuldan lise sona kadar takdir belgeleriyle yaşamış, ders çalışmakla hiç sıkıntısı olmamış bir öğrenci olarak, en severek girdiğim bölümde etkisiz eleman rolünü oynuyordum. Notlarım git gide düşüyordu ve bir daha hiç yükselmeyecekti.
Büyük bir tutkuyla girdiğim psikoloji bölümünden, benden beklenmeyecek bir ortalamayla mezun oldum ve zar zor kapağı bir ajansa attım. Yani, asıl umursayacağım yere.
Ancak ajans, yazılarım ve kitapta da bolca bahsettiğim üzere, zor bir yerdi. Benim durumumda birinin özsaygısını yükselteceği ilhamın doğru zemini değildi. Ajansın uzun çalışma saatleri, üstümdeki baskı, beklenen performansa uyum sağlayamamak bu sefer beni başka bir umursamama denizine itti. Üniversite boyunca hayaline tutunduğum tek dal olan meslekte sert kayaya çarpınca, kendimi korumak için kendimi inandırabileceğim taze bir yalan buldum:
Ajansı umursamıyordum! Çünkü ben zaten bir psikolog ve yazardım.
Kendime bir blog açtım, boş zamanlarımda yaptığım tek şey psikoloji kitapları okumak ve bu bloğa yazılar yazmaktı. Ne zaman ajansta bir sorun yaşasam kendime, “Olsun,” diyordum, “Ben zaten aslında bir yazar ve psikoloğum.”
Bu kaçak oyunu yıllarca devam ettirdim.
Ajansı umursamıyordum çünkü ben aslında bir psikolog ve yazardım.
Psikolojiden düşük ortalamayla mezun olmayı umursamıyordum çünkü aslında ben bir reklamcıydım.
Bu şüphesiz içten içe inanmadığım bir pinpon oyunuydu, ama kendimi korumaya çalıştığımı bildiğim için kendime kurduğum bu küçük oyuna tolerans gösteriyordum.
İçten içe biliyordum; hem psikolojiyi, hem yazmayı, hem reklamcılığı bal gibi umursuyordum. Üstelik her biri kalbimin tam orta yerinde duruyorlardı, umursamanın başkentinde. En sevgili, en hassas, en kırılgan yerinde. Ve bu karmaşanın sebebi tam da buydu.
Gözlerinin içine bakmıyorsam, çok sevdiğimden
Bazen hayatta en önemsediğimiz konuları, hiç önemsemiyormuş gibi davranırız.
Üstelik buna kendimizi de inandırırız.
Sebebi kırılganlıktan korkuyor olmamızdır.
Önemsemek, kalbinin orta yerine yerleştirmektir.
Kalbinin orta yeri kırılgandır.
Özellikle güçlü olmayı baş tacı yapmışsak, duygularımızdan korkarız. Çünkü duyguların oku bizi güce değil, gerçek ihtiyaçlarımıza doğru yönlendirir. Bunu bildiğimiz için, güçlü olmanın yolunu duygularımızın sesini kısmakta bulabiliriz.
Umursamanın duygusal yoğunluğu bizi bir bilinmezliğe iterken korkarız: Biliriz ki bir şeyi (ya da kişiyi) ne kadar çok sever ve umursarsak, onunla ilgili hayal kırıklığı, üzüntü yaşama potansiyelimiz o kadar büyük olur. Umursamak duygusal evimizin içine almak demektir ve orası oldukça hassas, kırılgan bir yerdir.
Bu hassaslık ve kırılganlıkla yüz yüze gelmek istemediğimizde ise, çare olarak umursamanın fişini çekeriz. Çok umursadığımız şeyle, ona atfettiğimiz duygular arasındaki bağı kesince, hayal kırıklığı ihtimali kalkar ortadan.
Benzer bir konuyu ele alan “Bir kişi neden kimseye ihtiyaç duymuyormuş gibi yapar?” başlıklı makalesindePsychology Today yazarı Randi Gunther, kırılganlık riskini almamak için hayatında kimseye ihtiyaç duymadığını iddia eden kişilere şunu salık verir:
Güvenliği seçmek yerine, şeffaflık ve özgünlüğü seçin.
Söylemesi kolay ama uygulaması zor bir tavsiye. Çünkü çeşitli sebeplerle duygularımızın sesini kısabiliyoruz. Aman şu hayalimi, tutkumu, hedefimi ya da kişiyi umursamıyormuş gibi yapayım, duygularımın sesini kısayım ki, hayal kırıklığı imkânsız hale gelsin, diyoruz. Bu maalesef kötü bir strateji çünkü istenmeyen duyguların sesini kısarken fark etmeden tüm duygularımızın sesini kısmaya başlıyoruz.
Thema Bryant kitabı Homecoming’de, bu durumda olan okuyucularına şöyle bir öneride bulunuyor:
Kolay değil ama, sizi tüm duygularınızı hissetmeye niyet etmeye davet ediyorum.
Kendi terapi sürecimde de duyguların sesini kısmakla ilgili bolca çalışmış biri olarak, duygularla bağı kesmek konusunun hainliğini ilk elden biliyorum: Aman bunu umursamayayım da kalbim kırılmasın, aman şunu sevmeyeyim de hayal kırıklığına uğramayım derken, duyguların tamamının sesini kısmaya başlıyoruz.
Bu riskli bir yol çünkü unutturuyor bize kim olduğumuzu yavaş yavaş. Neyi umursadığını, önemsediğini, kalbinin en merkezinden büyük bir tutkuyla sevdiğini bilmeyen insan neyle mutlu olacak? Mutlu olduğunu nasıl hissedecek?
Sakin, inişsiz çıkışsız bir ruh hali ve kaya gibi güçlü bir duruş daha güvenli ve kuşkusuz daha az yorucu ama, içimizdeki farklı notalara basmadıkça bir süre sonra şarkımız da sönüp gidiyor.
Hadi gelin benim hikayeme geri dönelim. Sizce umursamadığım başarıları hakikaten umursamıyor muydum?
Mutluluğun kaynağı, başarmanın neşesi ve yaratıcı çabanın heyecanıdır.
Franklin D. Roosevelt
Ortaokul 1’de, yoğun bir okul gününün sonunda servise bindiğim bir an var, o anı hiç unutmam. Kendimin popüler, güzel ya da herhangi bir şekilde sosyal olarak öne çıkan bir öğrenci olmayacağımı erken erken hissetmiş bir haldeyim. Kalbim biraz kırık dolayısıyla, bu ruh haliyle geçecek yedi seneye kendimi hazırlamaya çalışıyorum. Üst sınıflar giydiğim kırmızı külotlu çoraplarla dalga geçiyor; serviste büyükler arka koltuktan üstüme kağıtlar fırlatıyor. Ben cevap veremeyip saklandıkça daha çok üstüme geliyorlar. Ezildikçe eziliyor, büzüldükçe büzülüyorum. Kendi kabuğuna çekilmekten başka stratejisi olmayan bir çocuğum.
İşte o gün, okul çıkışı servise ben ilk binmişim. Çok mutluyum çünkü 1-2 dakikalığına kendi düşüncelerimle baş başa kalmanın ve sessizliğin tadını çıkaracağım.
En önde, en köşedeki koltuğa yerleşip camdan dışarı bakıyorum ve o an içimde yaşadığım dev mutluluğu fark ediyorum. İçim içime sığmıyor bir sebeple, ne oluyor? Mutluluktan çıldıracak gibiyim, Nirvana’ya ulaşmış gibi bir haldeyim. Her yanımdan öyle sevinç taşıyor ki.
Mutluluğumun sebebini biliyorum, girdiğim ilk Fransızca sınavında sınıfın en yüksek notunu almış olmam. Servise binmeden hemen önce sınav sonuçları açıklandı ve benim içim içime sığmadı. Evet, mutluluğumun sebebi bu, başarı! O an kendime bir analiz yapıyorum ve kendime aynen bu şekilde söylüyorum:
“Beni hayatta en mutlu eden şeylerden biri, başarı!”
Çoğu kişi gibi benim için de, sevdiğim ve önemsediğim bir alanda başarılı olmak çok önemli, çok değerli. Aynı şekilde kırılgan çünkü her başarılı olma ihtimali, yanında başarısız olma ihtimaliyle birlikte geliyor.
Yazının başında okuduğunuz gibi, benim hayatımın bir dönemi şu kandırmacayla geçti;
“Madem dünyanın en başarılı psikologlarından olmayacağım, bunu umursamıyormuş gibi görüneyim çünkü umursarsam, hedefi mutlaka dünyanın en başarılı psikologlarından biri olmaya koyacağımı biliyorum.”
Yazılarımla ilgili yıllarca “Bu yazılar çok iyi, yayınlatmalısın, bir yerlerde yazmalısın, kitap yazmalısın” yorumları aldım ama bu büyük arenaya çıkacak cesaret bende yoktu. Dünyanın en iyi yazarlarından biri olmayacaksam, en iyisi umursamıyor görünmekti, yani “Aman canım, öylesine yazıyorum işte.” modunda yaşamak.
Ve iş. İş hayatı çetin ve sertti. Benim gibi kırılgan, içedönük bir genç için ise oldukça sert. İş hayatıyla ilgili kalbimi çarptıran tek meslek olan reklam / pazarlama işini çok sevdiğimi her fırsatta dillendirdim, ama hep bir açık kapı bırakarak: “Ama tabii ben aslında boş zamanlarımda bir yazarım…”
Bu köşe kapmaca oyunu birçoğumuz için çok tanıdık.
Büyük duygusal dalgalar hangi tutkumuza doğru gelmeye başlasa, onu değil aslında başka bir şeyi umursadığımız yalanını kendimize söylüyoruz, çünkü bir şeyi tutkuyla sevmenin ve umursamanın getireceği kırılganlıktan korkuyoruz.
Kırılganlığın kraliçesi Brené Brown bakın ne diyor;
Yalnızca karanlığı keşfedecek kadar cesur olduğumuzda ışığımızın sonsuz gücünü keşfederiz.
Brené Brown
Bu tutku beni üzmesin, bu aşırı sevgi beni hayal kırıklığına uğratmasın diye yorganın altına saklanmak uzun vadeli bir çözüm değil. Kalbimizi camdan bir çantaya koyup kolumuza takmadığımızda, sadece başarı ve mutluluk değil tüm duyguları hissedecek lavabo açları damarlarımıza zerk etmediğimizde kopuyoruz özümüzden. Unutmaya başlıyoruz kim olduğumuzu. Hatırlamıyoruz artık nasıl mutlu olduğumuzu. Ve umursamaz gibi yapmakla başlayan bir oyun, kim olduğumuzu unutmakla sonlanabiliyor böylece.
Ben Gözde Attila. Hayattaki en büyük tutkularım psikoloji, yazmak ve pazarlama.
Bu üçünü öyle merkezine koydum ki kalbimin, çılgınca önemsiyorum.
Başarısız olduğumda, tökezlediğimde, zorlandığımda, işin karanlık tarafıyla yüzleşmem gerektiğinde kalbim kırılır, mutsuz olurum. Bu üç konunun her biri beni delicesine üzme potansiyeline sahiptir. Çünkü bu üçlüyü çılgınca önemsiyorum.
Siz kimsiniz? Sizin kalbinizin en ortasına koyduğunuz konular nelerdir? Hangi konularla iyi günde, kötü günde dalgalı bir denize her gün açılmaya varsınız?
Bu yazıyı, bu konuyla ilgili çok manidar olduğunu düşündüğüm ve çok sevdiğim bir şarkıyla bitiriyorum. Özünüze sadık kalmak için bilinçli çaba göstereceğiniz bir hafta olması dileğiyle.
Bugünün yazısıyla ilgili özel bir not
Bugünün yazısı benim için hayatta yazdığım en özel yazılardan biri oldu.
Aslında bu yazıyı geçtiğimiz Çarşamba yayınlamak üzere yazmıştım.
Biliyorsunuz bloğumun konseptinde daima, psikolojik konuları kendi deneyimlerim üzerinden aktararak anlatıyorum. Okuyuculardan, yakın çevremden “Yahu kişisel hayatını nasıl bu kadar şeffaf olarak paylaşma cesaretine sahipsin?” yorumunu çok duydum. Aslına bakarsanız bu bana sıra dışı gelmiyor, daima şeffaf biri oldum ve kendimi saklayarak oluşturmaya çalıştığım bir imajım olmadığı için bu benim için son derece doğal bir yoldu.
Fakat, bu yazıyı bitirdiğimde ilk kez şöyle bir hisse kapıldım: “Hmm, bu blog için biraz fazla oldu. Sanırım bunu bir günlük yazısı olarak kaydedeceğim.”
Ve öyle de yaptım, bu yazıyı bitirdiğimde günlük klasörüme kaydedip bilgisayarı kapattım. Böylece çarşamba günü yazısız geçmiş oldu. Pazar gelip de yeni yazı yayınlama zamanı gelince ise, bu yazıyı hala yayınlamak istediğimi fark ettim. Evet, bana göre bile yayınlaması iddialı olacak kadar şeffaf bir haldeydi, biraz toparlamam gerekti. Fazla sansürlemeden, biraz daha yayınlanır hale getirmek için üzerinde çalıştım ve şimdi sizinle buluştu. Umarım kalbimin en derininden yazdığım bu yazı sizin de kalbinizin derinlerinde bir yere dokunur.
Affedersiniz İçedönük haberleri
Hale Acun Aydın ile podcastimiz yayında
Affedersiniz İçedönük tarafında işler heyecanla devam ediyor.
Bu hafta, Hale Acun Aydın ile kitap üzerine sohbet ettiğimiz podcast yayınlandı.
Video olarak da buradan izleyebilirsiniz.
Bu benim ilk podcast deneyimimdi ve Hale ile yapmak, onun dinlendirici sesiyle, sevgi dolu yaklaşımıyla bu deneyimi yaşayıp bu ilk hendekten atlamak çok isabetli ve şefkatli oldu.
İmza gününe çok az kaldı!
27 Ocak 14.00’ü ajandalarınıza yazdınız mı? 27 Ocak Cumartesi saat 14.00’te Suadiye Penguen’de, Affedersiniz İçedönük’ün ilk imza günü için bir araya geliyoruz. Size küçük sürprizler de hazırladım
İmza gününün ardından aynı yerde bir de kitapla ilgili söyleşi yapacağız. Söyleşide bana, Erdal Uzunoğlu soruları ve sohbetiyle eşlik edecek.
Bir kısmınızla uzun zamandır ilk imza gününde tanışmak niyetiyle haberleşiyor, mesajlaşıyoruz. Özellikle de bu blogun okuyucularını yüz yüze tanımak için sabırsızlanıyorum. Orada görüşmek dileğiyle.